Salı, Eylül 28, 2010

Bir Çınar Daha...


Beklan Algan (1933 - ......... )

Sevgili Hocam,
Huzur İçinde Uyuyun!

Cuma, Eylül 17, 2010

Zaman geçer...

İlk cümleler önemlidir. İlk intibayı verir o yazıyla ilgili. En azından ben öyle düşünürüm ve bu yüzden zorlanırım giriş cümlesi bulmakta. Eteğimdeki taşlar,dilimin altındaki baklalar öylesine birikti ki doğru cümleyi bulma sendromumu bir kenara iterek, işte geldim, buradayım!

2009 yılından beri yerimde oturmadım desem abartı olmaz. Öylesine büyük değişimler, büyük yükler ve ertelediğim süreçler yaşadım ki, uzun, upuzun bir tatili hak etmiş olarak, çokça yorgun ve hafiflemiş olarak sakin bir moladayım. Önce tam tamına altı yıl süren doktora tezimi bitirdim, evimi ocağımı bırakıp İstanbul'un taşlı yollarına vurdum kendimi. Sonra askerlik... hakkında ne yazacağımı bilemediğim o süreç... İşte hepsi bitti ve ben uzun vadeli planlar yapabileceğim o yere geldim.

Bu süre zarfında teknolojiden o denli uzak kaldım ki, telefonumun bluetooth'unu açmayı bile beceremedim. Aslında kafamda yeni bir site tasarımıyla merhaba demek vardı ama, bu kadar erteleme yeter. O da olur bir gün...

Askerlik ilginç bir süreç. Hayattan soyutlandığım bir süre oldu benim için. Bazen hayat bizim kontrolümüz olmadan akmak ister ve işte böyle zamanlarda yapabileceğim en olumlu şeyin, bu süreyi kazanıma çevirmeye çalışmak olduğunu düşünürüm. Zorunlu bırakıldığımız sürelerde, sürecin olumlu yanını görmek kolaylaştırıcı oldu. Mesela "ne yiyeceğim" ya da "ne giyeceğim" konusunda endişelenmedim uzunca bir süre. Telefondan internetten ve televizyondan uzak kalmanın ne denli güzel birşey olduğunu deneyimledim yıllar sonra. Kendimden çıktığım bir tatildi bu sanki! Elbette ki herşey toz pembe değildi bu süreçte. Ne kadar olumlu yanları da olsa, her gün aynı kişileri görmek, her gün aynı şeyleri yapmak, hergün birbirinin aynısı olan günleri uç uca eklemek sabır isteyen bir deneyim. Dışarı çıkıp soluklanmak için bile birilerinden izin istemek zorunda olmak, oradaki herkesle aynı ve benzer olmamızı sağlayan kimliksizleşme gibi zorlu yanları da vardı elbette.  Yine de olumlu yanlarını anımsamak, olumsuz yanlarını sonsuza dek unutmak istediğim bir süreçoldu benim için. Zaman kavramının ne denli kaypak olduğuna öylesine büyük bir farkındalıkla tanık oldum ki, zamanın çok pis dalga geçebildiğini ilk elden deneyimlemiş oldum. 

"Dışarıda telaşla kendi kuyruğunu kovalayan zaman, kapıdan içeri girer girmez hantallaşıp yavaşlar ve yaz sıcağında asfalttan ayakkabınızın altına yapışmış pis bir sakız gibi çektikçe uzar, çektikçe uzar, çektikçe..." (Elif Şafak, Bit Palas, s:72)

Neyse sonuçta, orada burada, berberde sokakta "Ben askerdeyken" diye başlayan uzun konuşmalar yapabilecek denli şey biriktirdim. Yine de beyin ütücüsü olmaya pek niyetim yok açıkçası. Gelelim yanıma kalanlara; hayatın bir düzeni olunca, tv ve internet gibi zaman vampirleri olmadığında, yapman gereken şeyi ertelemeyip vaktinde yaptığında, kalan zamana öyle çok şey sığıyormuş ki... 

* Bir sürü dost edindim. Türkiye'nin her yerinden, her türden bir sürü insanla tanıştım, güzel dostluklarım oldu. Onlar olmasaydı bu süreç çok daha zor olurdu kuşkusuz, iyi ki varlar! Alayda yüzümü güldüren ve her sabah yemekhane kapısında peynirimi paylaşmayı bekleyen o gri kedi de!

*Bir sürü mektup aldım. Mektup yazmanın, mektup almanın hazzını yaşadım defalarca. Beni yalnız bırakmayan dostlarıma, o özel insanlara nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum!

*Aileme ve her çarşı iznimde kahrımı çekerek özlediğim ev ortamını bana sağlayan sevgili kuzenime de minnettarım!

*Defterlerce günlük tutum, ilkini Yosun'uma adadım. Nasıl adamayayım ki! Telefonda sesimi duyduğu için artık, ararım diye telefonun başucunda yatan bu dünya güzeli varlığa defter değil neler adanmaz. İkincisini aileme, üçüncüsünü dostlarıma adadım. gerek telefonlarıyla gerek ziyaretleriyle bana "beni" hatırlatan dostlarıma... Dördüncüsünü zamana ve yarım kalan beşincisini kendime... İçinde öyküler doğruluğa ve cesarete ilişkin!

* Nihayet bir romanım var! Askerde roman yazacağım söylenseydi "de git lan!" derdim. Zamanı düzgün kullanınca neler olmuyor ki! Üzerinde çalışmam gereken bir ilk roman taslağı. Onu öylesine seviyorum ki! 

* Okuduğum kitaplar: Kimilerini ilk kez kimilerini bir yine-okuma olarak sırasıyla;
Haruki Murakami Sahilde Kafka, Paul Auster Brooklyn Çılgınlıkları, Fabio Volo Kısa Bir Yürüyüşe Çıkıyorum, Emin Işık Belh'in Güvercinleri, Samantha Hunt Tesla'nın Kutusu, Harold Lamb Hayyam, S. Faik Abasıyanık Lüzumsuz Adam, Haruki Murakami İmkansızın Şarkısı, Franz Kafka Şato, Charles Bukowski Pulp, Scott Fitzgerald Muhteşem Gatsby, Paul Auster Yanılsamalar Kitabı, Truman Capote Tiffany'de Kahvaltı, Elif Şafak Baba ve Piç, Milan Kundera Şaka, S. Faik Abasıyanık Bir Takım İnsanlar, Amin Maalouf Yüzüncü Ad, Agatha Christie Ölüm Oyunu, Knut Hamsun Açlık, S. Faik Abasıyanık Mahalle Kahvesi, S. Faik Abasıyanık Son Kuşlar, Elif Şafak Bit Palas, Tom Robbins Sıska Bacaklar, Paul Auster Kehanet Gecesi, Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası, Paul Auster Yükseklik Korkusu, Üstün Dökmen Eşitler Evi, Paul Auster Timbuktu, Reşat Nuri Güntekin Acımak, Paul Auster Karanlıktaki Adam, Haruki Murakami Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Par Lagerkvist Cüce, Mehmet Açar Çok Uzaklarda Bir Yaz, Paul Auster Leviathan, Tom Robbins Ağaçkakan... iyi ki kitaplar var!

Yaşamım bu süreçte bunlarla akıp giderken dışarıdaki yaşamda çok şey kaçırdım dolayısıyla. Sevdiklerimle daha sık vakit geçirme şansım olamadı. Gündeme de uzak kaldım referanduma da. (aslında iyi ki kalmışım, çünkü sinirlerimi bozmaktan başka bir işe yaramazdı) Dünya ben ona bakmasam da dönüyormuş. Bir dolaba, bir valize sığabiliyormuş yaşam! Öte yandan kimi kayıplar da yaşadım. Sevdiğim yakın akrabalarımdan kimileri artık göremeyeceğim başka alemlere göçüp gittiler. Elimin kolumun bağlı olduğunu, ne kadar küçük olduğumu hissettim. 

Bir gezgin varmış, köy köy, şehir şehir gezip her yerin meşur şeylerini görüp, tadar, deneyimlermiş. Eskişehir'de puf böreğini, Antep'te nohut dürümünü, Şile'de bezleri, Bursa'da ipekleri.. Derken günün birinde bir köyde bulmuş kendini gezgin. Sormuş köyün yaşlılarından birine: "Buranın en meşhur şeyi nedir" diye. Yaşlı adam etrafı göstermiş ve eklemiş: "Bu köyün en meşhur şeyi, buradan istediğin yere gidebilecek olmandır!" 

O köyde, yorgun, zayıflamış meraklı gözlerle bakıyorum yollara. Artık istediğim yere gidebilirim. Ama acelem yok. Tadını çıkaracağım bakarken yollara!