Perşembe, Ağustos 21, 2008

Açık Ofis...

Evden çıkasımın olmadığı günlerde, plansız buluşmalar hep iyi geldiğinden, fazla düşünmeden düştüm yola; Ülkü ve Elif'le, Urla İskele'de buluştuk. Radyoda yılın en sıcağı diye kehanet edilmiş günü denize dökmek için kusursuz bir seçimdi. Deniz ipek çarşaf, hava ise ipek şal gibiydi. Sohbetimizin İzmir'de olma, İzmir'i yaşama ve hayatın güzellikleri kısmını geçtikten sonra bireysel yakınmalarımız bölümüne giriş yaptık. Benim yakınma listemde, evde birşey yapasım olmadığı ve tezime, kitabıma, hatta yemek düzenime bile sirayet eden miskinliğim vardı. Sırayla yakındıktan sonra Elif, bir arkadaşının blogunda okuduğu "açık ofis" kavramından bahsetti. Dünya ne kadar küçük! Aynı blogu, bir zamanlar yürümeyi tasarladığım "Likya yolu" için araştırma yaparken ben de keşfetmiş, sık kullanılanlarıma eklemişim. Denizde geçirilmiş keyifli bir günün ardından, su kesintisi ve miskinlikle dolu eve geldiğimde ilk işim o blogu açıp şu "açık ofis" yazısını okumak oldu. Bir zamanlar, bu adı takmaksızın, İnciraltı Kent Ormanında yaptığım şeyi anımsatan güzel bir öneri. Ne zamandır üzerinde düşündüğüm sıkıntımın çözümünü hatırlama etkisi yarattı bende. Üşenmeyip, benimle aynı dertten musdarip arkadaşlarımla bir açık ofis günleri düzenlemeye karar verdim. Bazen ufacık bir karar bile içsel sıkıntıları hafifletir ya, aynen öyle bir ruh durumuna soktu bu karar da beni. Öyle ki nereden geldiğini bilmediğim bir enerjiyle dolup, temizlik bile yaptım!
Sizin de evdeyken yapasınız olmadığı bir gereklilikler listeniz varsa, yazıyı okumanızı, okumakla kalmayıp uygulamaya geçmenizi öneririm. Yazıya ulaşmak için, buraya tıklamanız yeterli... Hatta belki bana katılmak istersiniz???

Salı, Ağustos 19, 2008

Bugün...

Elim klavyeye varmıyor ne zamandır. Kalem ve "bana gel!" diyen defterlerimleyim sıklıkla. Açık günlüğüm küsmesin diye bir şeyler yazıp çiziyorum ama biliyorum yetmiyor. İşbu nedenle bugün rutinimin biraz dışına çıkayım da hallerimden haber edeyim istedim kısa kısa...

***
Su... suu...

Günlerdir tuhaf su kesintileri yaşanıyor. İzmir'de kimle konuşsam sizin de sular kesik mi diye soruyor. Küresel ısınmaydı, insanın dünyaya uyguladığı katliamdı bunlara değinmeyeceğim söz. Ben biraz daha gündelik bir düzlemden, beni kamu vicdanı olmaya iten bir düzlemden bahsedeceğim ilkin. 28'ini aşmamış deneyimli bay'ın, "Devlet daireleri insanı kanser eder. Bunu ne ilk diyen benim, ne de son diyen ben olacağım." diye başlayan yazısını okuduğumda, "bugün vatandaşı kanser etme günü mü?" diye düşünmeden edemedim. O bir devlet dairesinde yaşadıklarını anlatıyordu. Bense o malum kanserin bir bulaşma yolunu daha keşfettim bugün: telefon!

Haftasonuna kadar adına "çöl sıcağı" denen bir hava muhalefeti süre giderken, İzsu'nun hiçbir bilgilendirme, duyuru vb. yapmaksızın su kesintisine gidişini anlamak mümkün değil. Anlamanız için epey bir çaba harcamanız gerekiyor. Önce su arıza hattını arıyorsunuz. 8-10 meşgul tonu veren denemeden sonra karşınıza çıkan kişi sizi yarım kulak dinleyip, konuyla ilgilenen başka bir telefonu aramanızı söylüyor. Bu telefon zinciri 3-4 numara kadar sürüyor. Ne hikmetse hiçkimse bilgi veremiyor, vatandaşın bilgi edinme hakkıyla birlikte sabrı da sömürülüyor. Aradığınız herkes "ben sadece işciyim, yetkili değilim" diyor. O an İzsu'da işciler telefona bakarken yetkililer ne yapıyor merak etmiyor değilim. Hatta ellerinde kazma kürek çalışıyor olmalılar diye düşünüp kendimce ironi yapmaya bile vakit buluyorum, yetkili birini bulmaya çalışan otomatik santral iğrenç tonda müzikler çalarken... Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının Ankara'yı ve sorunlarını bırakıp İzsu'yla olan laf dalaşını anımsıyorum. O an İzsu'daki yetkililerin de İzmir'i ve su sıkıntısını unutup Tunceli'nin Çemişkezek kırsalındaki suyun arsenilki olup olmadıklarını araştırmaya gittiklerini düşünüyorum... Herkesin her fırsatta yetkili kesildiği bu ülkede, yetkililerin de her fırsatta ilgisiz kalma aymazlığındaki tutarlılıklarını hayretle izliyorum. Derdimi anlatacağım, sorularıma yanıt bulacağım bir yetkiliyle konuşamadan, telefon faturamı kabartmakla kalıyorum. Bana telefondan bulaşan kanser de cabası!
***
Sayfayı, beni bile bezdiren yakınmalarımla (ki bu ülkede yaşayıp yakınmamak için meditasyona başlamalıyım yeniden) doldurmamak için bir de okuduğum ve bende hayranlık duygusu yaratan bir ropörtajdan bahsetmek isterim:

Güler... Ara Güler...

Akşam üzeri Özlem uzattı kestiği gazete yaprağını; "oku bak" dedi, "çok etkilendim!" Etkilenmemek mümkün değildi. Ara Güler'le yapılmış bir söyleyşiydi. Daha doğrusu, ilk gençliğimin anket defterlerinden anımsadığım "Marcel Proust Testi" yapılmış bu büyük ustaya. Link vermek için araştırma yaptım ama bulamadım. Büyük yığının sabun köpüğü şeylerle uğraştığı bir coğrafyada, 80 yıllık bir ömrün, "işte yaşanmış dolu bir hayat" dedirtecek türden değerli kılınmış izlerini gördüm. Afrodisias'ı, Nuh'un Gemisinin izlerini ve daha ne güzellikleri keşfettiğini öğrendim. Kendi de "Kültür Bakanlığı heykelimi dikmeli" demiş ankette, hınzırca bir ifadeyle. "Aman usta" dedim içimden , "orası da bir devlet dairesi!"... Usta olmanın, sanatçı olmanın ötesinde, insan olmanın hatta yaşamı anlamlı kılmanın başarılabilirliğine güzel bir örnekti. Nefes almamı, sağlıklı hissetmemi sağladı!

***

İşte böyle... Bir çalışmasındaki kuşlar gibi uçuşsun sıkıntılar! Evet, adamı kanser edecek çok şey var doğru, ama iyileştirecek şeyler de var... Hala var... İyi ki var!

Pazar, Ağustos 17, 2008

Nice yıllara...

bir kediyle birlikte yaşamak çok özeldir;
bana bu güzelliği öğreten canım kızımın birinci yaşı bugün!
İyi doğdun Yosun!

Çarşamba, Ağustos 13, 2008