Cuma, Aralık 24, 2010

Roma... Roma...


Bundan yirmi sene önceydi. Yağmurun, otobüsün camlarındaki tozu çizdiği bir nisan günüydü. Yalova'dan çıkmıştım yola. Kim bilir ne hakkında karar vermem gereken bir durumdaydım. Anımsamıyorum. Aklımda sadece o cümle asılı kaldı: "Yolculuklar karar vermek içindir" diye karalamıştım defterime. O gün bu gündür çıktığım her yolculuk bir karar anı heyecanı taşır bende. Neye karar vermem gerektiğinden çok, yolculuğun ruha heyecan vaad eden çağrısında, karar vermek için doğru ruh halinin saklı olduğunu bilmem önemlidir sanki sadece...

Askerlik sonrası, kendimi henüz oturtmadığım yaşam rutininin içine bırakmadan önce sevgili arkadaşım Pınar'ın önerisiyle Roma'ya bıraktım. Dünyanın bu en eski başkentlerinden birinde, "dolce vita"nın turistik bir pazarlama cümlesi olmadığını, tatlı hayatın orada, o sürprizlerle dolu sokaklarda gerçekten var olduğunu deneyimleme şansı buldum. Kelimelerle anlatmak çok zor. Enerjisiyle sarhoş ederken, her döndüğünüz köşeden size olağanüstü sanat eserleri sunan bu kenti anlatmak için roman yazmak gerektiğini düşünüyorum.

Her kentin bir kokusu, bir sözcüğü olduğuna inanmışımdır hep. Roma'nın kokusu yağmur sonrası tazeliği, sözcüğüyse SANAT bence... Bulunduğum süre boyunca sanat tarihi derslerinde gördüğüm, orada burada karşıma çıkan muhteşem eserlerin yaşattığı Stendhal sendromu beni benden aldı diyebilirim.

Amacım Roma ile İstanbul arasında bir kıyaslama yapmak değil ama dünya üzerinde yedi tepe üzerine kurulmuş iki eski başkent elbette ki karşılaştırılabilir. Ülkemizdeki en kötü havalimanından ve metro istasyonlarından daha kötüsünü görebileceğiniz Roma'da sokaklarda bozulmamış tutarlı mimari sizi etkilerken, son derece iddialı havalimanları ve metro istasyonlarına sahip ülkemizde Haydarpaşa Garına bile sahip çıkamayışımız kadar acıtıcı ne olabilir bilemiyorum.

Kendisi bir sanat eseri olan Roma, bir dolu esinle yükleyip yolladı beni. Ama kalbim de aklım da orada kaldı! Oraya tekrar gitmem gerektiğine yönelik güçlü bir karar almamı sağladı bu yolculuk! Hayatın Dolce olduğu o yere...

Cumartesi, Kasım 13, 2010

İyi ki...

Sonlara doğru yaklaşırken bir ressamın paletindeki renk cümbüşü gibi karma karışık oluyor duygularım. "Daha yavaş okumalıyım, bitsin istemiyorum!" Yine de karşı konulmaz bir sürüklenmeyle buluyorum son satırı...
Yine karmakarışık, yine tarif edilemez bir his... Tatmin olmuşluk (edebiyata/yaşama dair), hüzün (bitişe dair), sevinç (sanata dair)...
Sabaha karşı iki buçuktu son satırı okuduğumda. Titrek bir kalemle arka sayfaya düştü sözcüklerim: "İyi ki roman var! İyi ki iyi romanlar var!"
Basıldığı yıl İtalya'nın en önemli dört ödülünü almış bu romanın, herbirini fazlasıyla hak ettiğini düşündüm. Ve bu kitabı bana gönderene bir mesaj attım, "Sakın kımıldama, teşekkür ederim" diye!

Cuma, Ekim 08, 2010

Baharlara ne oldu?


Foto: Gery SINGER flickr(c)

Metro kazısının alt üst ettiği trafiğe rağmen hızlı adımlarla iniyorum sahile. Beklerken kulağıma sıcak şarkılar akıyor kulaklığımdan. Otobüste kalabalığı yara yara ilerleyip yaslanacak bir yer bulunca, evden çıkmadan hemen önce elime geçen mektubun zarfını yırtıyorum. Bir yandan haksızlık ettiğim duygusu bastırıyor diğer yandan kalabalık. Nasıl olsa tekrar, hem de bir fincan sıcacık kahveyle yeniden okuyacağım sindire sindire diyerek avutuyorum kendimi ve ayak üstü okumanın vicdan azabını bir kenara itip hareket halindeki otobüsün içinde, sevdiğim müziklerle okuyorum uzak bir yazın içinden yazılmış satırları. Derken ineceğim durağa geldiğimi fark ediyorum. Yine kalabalığı yararak iniyorum otobüsten. Karanlık ama büyük ağaçların güzelleştirdiği yol boyunca yürüyüp Kaskatlı Havuzun önünde buluşuyorum arkadaşlarımla. Elimdeki mektupları onların yaklaştığını görür görmez yerleştiriyorum çantama. Hava soğuk. Sonra açık hava tiyatrosunun sıralarında kendi yerlerimize geçiyoruz. Orkestra yerini alırken alkışlar kopuyor. Heyecanlanıyorum. Bu anı nasıl da özlemiş olduğumu anımsıyorum birden. Askerdeyken, sıcak ve kavurucu bir günde, atış talimi için gittiğimiz alanda ansızın aklıma takılan macar danslarını mırıldanırken, bir konseri özlediğim o anı hatırlıyorum. Derken Ebru Akel çıkıyor sahneye. Canım sıkılıyor. Abuk subuk televizyon programları sunan bu kızın burada ne işi var diyorum kendi kendime. Yargılarımı bir kenara bırakmaya çalışırken sunuşunu tamamlayıp çekiliyor sahneden. Derin bir nefes alıyorum. Beyazlar içinde Klazz Brothers &Cuba Percussion çıkıyor hemen ardından. Ve maestro, eski dostum İbrahim Yazıcı yerini alıyor. Cazı sevmiyorum. Çıplak cazın tahmin edemediğim melodileri tuhaf bir kaybolmuşluk hissi yaratıyor. Sentezleri seviyorum ve tam yerindeyim. İzmir Devlet Senfoni Orkestrasının Açılış Konseri. "Senfonik Salsa"!. Okuduğum son kitapta geçen Stendhal Sendromunu yaşıyorum. Başarılı bir sanat eseri karşısında yaşanan o tutulmayı. Üşüyorum. Baharlara ne oldu diye merak ediyorum. Mozart'tan Strauss'a konup dururken notalar, müzik içimi ısıtıyor. Derken Brahms çalıyor. Macar Dansları. Atış poligonunda buluyorum kendimi. Özgürlük. Müzik. Eşleşiyor. Kocaman ağaçların gece gölgelerinde yürüyoruz otobüs durağına kadar. Şehrin nabzı yavaş atıyor. Arkadaşlarım gelen otobüse apar topar doluşuyorlar. Bense biraz daha yürümek istiyorum. Çantamdan şapkamı ve eldivenlerimi çıkarıp geçiriveriyorum. Kulağımda yine müzik. Kendimi yaşıyor gibi hissediyorum. Böyle hissetmeyeli ne kadar uzun zaman olduğuna hayret ediyorum. Derken 169 numaralı otobüse denk geliyorum. En arka sıraya yerleşiyorum. Körfez boyu yılankavi ilerleyen sahil yolu boyunca sürecek yolculuğum başlıyor. Yanıma biri oturuyor. Renkleri unuttuğumu fark ediyorum. Sahi bejle sütlü kahve arasındaki fark gece olunca nereye kayboluyor? Pantolonunda cebinin hemen altında sinir bozucu bir leke var. Oysa çok şık giyinmiş. Uyumlu. Gözüm lekeye takılıyor. Bunu fark etmiş olacak ki eliyle kapatıyor lekeyi. Ben de bakmamaya çalışıyorum. Yapmaya çalıştığımız hiç birşeyi yapamadığımızı hatırlıyorum. Uyumaya çalıştığımda uyuyamadığımı, yazmaya çalıştığımda yazamadığımı... Bir durak erken iniyorum otobüsten. Günlerdir evden çıkmıyorum. Yürümenin iyi geleceğini düşünüyorum. Evden çıkmadığım birkaç gün içinde havaların böylesi değiştiğine inanamıyorum. Sonra dar sokaklara yöneliyorum. Siyah ceketim, siyah pantolonum, siyah berem ve eldivenlerimle bir hırsız gibi göründüğümü düşünüyorum. Bir yanımda yüksek duvarlar diğer yanımda büyük karanlık selvi ağaçları var. Sokakta yalnızım. İnsanların nerede ne yaptığını merak ediyorum. Bu satırları yazıyorum yürürken aklımdan. Okuduğum romanlar geliyor aklıma. Her romandan bende birşeyler kaldığını, dahası her bir hücremin başka bir romandan oluştuğunu imgeliyorum. Özgeçmiş olarak okuduğum romanları yazmak istiyorum. Özgeleceğim olarak da kullanabilirim hem, diye düşünüp keyifleniyorum. Metro kazısının alt üst ettiği sokaklardan evin sokağına sapıyorum. Ev sıcak. Çantamdan anahtarımı çıkarıp sokak kapısını açıyorum apartmanın. Apartman kokusu çarpıyor yüzüme. Eve giriyorum. Soyunup bürünüp ev halime geçiyorum. Sıcak bir çay yapıyorum kendime. Televizyonda bir İtalyan filmi izleniyor. Havuçlu keke şeftalinin ne kadar da yakıştığını düşünüyorum. Bilgisayarımı açıyorum kekin kırıntılarını parmaklarımla toplarken. Bir kırıntı mausepade düşüyor. Sayfayı açıp yazıyorum. Bu satırları yazıyorum. Ve merak ediyorum, baharlara ne oldu? 


Salı, Ekim 05, 2010

Hak, haktır...


Dün Dünya Hayvan Hakları Günüydü. Geçtiğimiz senelerde bir karar almıştım ve blogumu bir "önemli günler ve haftalar"  ajandasına dönüştürmemek adına, sırf birşeyler yazmış olmak için o günleri belirten yazılar yazmamaya başlamıştım. Aslında bunda kötü bir yan yok. Sadece sair zamanlarda eskisi kadar sık yazamadığım için, önemli gün ve haftalarda eklenen postlarla dolu bir sayfa hoşuma gitmediği için böyle bir karar verme zorunluluğu hissetmiştim. Hala kararımın arkasındayım elbette ama sair zamanlarda yazdığım sürece sorun olmayacağını düşünüyorum. Şu sıralar hayatımın "dinlenme" perdesini oynadığım için paylaşacak çok şey bulamıyor oluşumu mazeret olarak kullanabilirim. Yine de yazmama engel olacak birşey yok. 
Beni tanıyanlar, hayvanları ne kadar sevdiğimi bilir. Dilimizde kullandığımız hayvan sözcüğü, Arapça "Hayy" yani diri olan, can taşıyan kökeninden gelmekteymiş. Hakaret anlamında "hayvan" sözcüğünü kullananların, diri olmaya, canlı olmaya dair nefret taşıyan ölü beyinliler olduğunu ironik bir şekilde ortaya koyuyor bence. Yine aynı türde insanlar, söz konusu olan şey hayvan hakları olduğunda, hiçbirşey bulamasalar, "insanların hakkını hallettik de hayvan haklarına mı geldi sıra?" gibi, kendilerince biçtikleri bir önem sıralamasını dikte etmeye çalışmakla kalırlar. Oysa hak, haktır, bunun sıralaması yoktur. Hele hayvanlar gibi, bizim anladığımız bağlamda kendini ifade edemeyen, hakkını savunamayan canlılardan söz ediyorsak o zaman onların haklarını savunmak, bir sosyal etiketten çok insan olmanın gereğidir, diye düşünüyorum. Ülkemizde insan haklarının bulunduğu nokta malum. Bu bile hayvan haklarının savunulması konusunda bir mazeret olamaz. Diğer canlıların haklarını gözetmediğimiz sürece kendi haklarımız konusunda yaptıklarımız (ki ne yapıyoruz sorgulamak gerekir) bencilliğin ötesine geçmeyecektir. 
Ülkemizde bu konuda çalışmalar yapan dernekler ve yapılanmalar mevcut. Elbette ki bireysel olarak da bazı şeyler yapılabilir. Yine de burayı tıklayarak Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP)'nun sitesine bir göz atabilir, yapılmakta olan çalışmaları destekleyebilirsiniz. 
Hazır konu açılmışken, burayı tıklayarak geçtiğimiz ay sevgili Paşa'nın kaybı sonrasında açtığım siteye de bir göz atabilirsiniz. 

Salı, Eylül 28, 2010

Bir Çınar Daha...


Beklan Algan (1933 - ......... )

Sevgili Hocam,
Huzur İçinde Uyuyun!

Cuma, Eylül 17, 2010

Zaman geçer...

İlk cümleler önemlidir. İlk intibayı verir o yazıyla ilgili. En azından ben öyle düşünürüm ve bu yüzden zorlanırım giriş cümlesi bulmakta. Eteğimdeki taşlar,dilimin altındaki baklalar öylesine birikti ki doğru cümleyi bulma sendromumu bir kenara iterek, işte geldim, buradayım!

2009 yılından beri yerimde oturmadım desem abartı olmaz. Öylesine büyük değişimler, büyük yükler ve ertelediğim süreçler yaşadım ki, uzun, upuzun bir tatili hak etmiş olarak, çokça yorgun ve hafiflemiş olarak sakin bir moladayım. Önce tam tamına altı yıl süren doktora tezimi bitirdim, evimi ocağımı bırakıp İstanbul'un taşlı yollarına vurdum kendimi. Sonra askerlik... hakkında ne yazacağımı bilemediğim o süreç... İşte hepsi bitti ve ben uzun vadeli planlar yapabileceğim o yere geldim.

Bu süre zarfında teknolojiden o denli uzak kaldım ki, telefonumun bluetooth'unu açmayı bile beceremedim. Aslında kafamda yeni bir site tasarımıyla merhaba demek vardı ama, bu kadar erteleme yeter. O da olur bir gün...

Askerlik ilginç bir süreç. Hayattan soyutlandığım bir süre oldu benim için. Bazen hayat bizim kontrolümüz olmadan akmak ister ve işte böyle zamanlarda yapabileceğim en olumlu şeyin, bu süreyi kazanıma çevirmeye çalışmak olduğunu düşünürüm. Zorunlu bırakıldığımız sürelerde, sürecin olumlu yanını görmek kolaylaştırıcı oldu. Mesela "ne yiyeceğim" ya da "ne giyeceğim" konusunda endişelenmedim uzunca bir süre. Telefondan internetten ve televizyondan uzak kalmanın ne denli güzel birşey olduğunu deneyimledim yıllar sonra. Kendimden çıktığım bir tatildi bu sanki! Elbette ki herşey toz pembe değildi bu süreçte. Ne kadar olumlu yanları da olsa, her gün aynı kişileri görmek, her gün aynı şeyleri yapmak, hergün birbirinin aynısı olan günleri uç uca eklemek sabır isteyen bir deneyim. Dışarı çıkıp soluklanmak için bile birilerinden izin istemek zorunda olmak, oradaki herkesle aynı ve benzer olmamızı sağlayan kimliksizleşme gibi zorlu yanları da vardı elbette.  Yine de olumlu yanlarını anımsamak, olumsuz yanlarını sonsuza dek unutmak istediğim bir süreçoldu benim için. Zaman kavramının ne denli kaypak olduğuna öylesine büyük bir farkındalıkla tanık oldum ki, zamanın çok pis dalga geçebildiğini ilk elden deneyimlemiş oldum. 

"Dışarıda telaşla kendi kuyruğunu kovalayan zaman, kapıdan içeri girer girmez hantallaşıp yavaşlar ve yaz sıcağında asfalttan ayakkabınızın altına yapışmış pis bir sakız gibi çektikçe uzar, çektikçe uzar, çektikçe..." (Elif Şafak, Bit Palas, s:72)

Neyse sonuçta, orada burada, berberde sokakta "Ben askerdeyken" diye başlayan uzun konuşmalar yapabilecek denli şey biriktirdim. Yine de beyin ütücüsü olmaya pek niyetim yok açıkçası. Gelelim yanıma kalanlara; hayatın bir düzeni olunca, tv ve internet gibi zaman vampirleri olmadığında, yapman gereken şeyi ertelemeyip vaktinde yaptığında, kalan zamana öyle çok şey sığıyormuş ki... 

* Bir sürü dost edindim. Türkiye'nin her yerinden, her türden bir sürü insanla tanıştım, güzel dostluklarım oldu. Onlar olmasaydı bu süreç çok daha zor olurdu kuşkusuz, iyi ki varlar! Alayda yüzümü güldüren ve her sabah yemekhane kapısında peynirimi paylaşmayı bekleyen o gri kedi de!

*Bir sürü mektup aldım. Mektup yazmanın, mektup almanın hazzını yaşadım defalarca. Beni yalnız bırakmayan dostlarıma, o özel insanlara nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum!

*Aileme ve her çarşı iznimde kahrımı çekerek özlediğim ev ortamını bana sağlayan sevgili kuzenime de minnettarım!

*Defterlerce günlük tutum, ilkini Yosun'uma adadım. Nasıl adamayayım ki! Telefonda sesimi duyduğu için artık, ararım diye telefonun başucunda yatan bu dünya güzeli varlığa defter değil neler adanmaz. İkincisini aileme, üçüncüsünü dostlarıma adadım. gerek telefonlarıyla gerek ziyaretleriyle bana "beni" hatırlatan dostlarıma... Dördüncüsünü zamana ve yarım kalan beşincisini kendime... İçinde öyküler doğruluğa ve cesarete ilişkin!

* Nihayet bir romanım var! Askerde roman yazacağım söylenseydi "de git lan!" derdim. Zamanı düzgün kullanınca neler olmuyor ki! Üzerinde çalışmam gereken bir ilk roman taslağı. Onu öylesine seviyorum ki! 

* Okuduğum kitaplar: Kimilerini ilk kez kimilerini bir yine-okuma olarak sırasıyla;
Haruki Murakami Sahilde Kafka, Paul Auster Brooklyn Çılgınlıkları, Fabio Volo Kısa Bir Yürüyüşe Çıkıyorum, Emin Işık Belh'in Güvercinleri, Samantha Hunt Tesla'nın Kutusu, Harold Lamb Hayyam, S. Faik Abasıyanık Lüzumsuz Adam, Haruki Murakami İmkansızın Şarkısı, Franz Kafka Şato, Charles Bukowski Pulp, Scott Fitzgerald Muhteşem Gatsby, Paul Auster Yanılsamalar Kitabı, Truman Capote Tiffany'de Kahvaltı, Elif Şafak Baba ve Piç, Milan Kundera Şaka, S. Faik Abasıyanık Bir Takım İnsanlar, Amin Maalouf Yüzüncü Ad, Agatha Christie Ölüm Oyunu, Knut Hamsun Açlık, S. Faik Abasıyanık Mahalle Kahvesi, S. Faik Abasıyanık Son Kuşlar, Elif Şafak Bit Palas, Tom Robbins Sıska Bacaklar, Paul Auster Kehanet Gecesi, Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası, Paul Auster Yükseklik Korkusu, Üstün Dökmen Eşitler Evi, Paul Auster Timbuktu, Reşat Nuri Güntekin Acımak, Paul Auster Karanlıktaki Adam, Haruki Murakami Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Par Lagerkvist Cüce, Mehmet Açar Çok Uzaklarda Bir Yaz, Paul Auster Leviathan, Tom Robbins Ağaçkakan... iyi ki kitaplar var!

Yaşamım bu süreçte bunlarla akıp giderken dışarıdaki yaşamda çok şey kaçırdım dolayısıyla. Sevdiklerimle daha sık vakit geçirme şansım olamadı. Gündeme de uzak kaldım referanduma da. (aslında iyi ki kalmışım, çünkü sinirlerimi bozmaktan başka bir işe yaramazdı) Dünya ben ona bakmasam da dönüyormuş. Bir dolaba, bir valize sığabiliyormuş yaşam! Öte yandan kimi kayıplar da yaşadım. Sevdiğim yakın akrabalarımdan kimileri artık göremeyeceğim başka alemlere göçüp gittiler. Elimin kolumun bağlı olduğunu, ne kadar küçük olduğumu hissettim. 

Bir gezgin varmış, köy köy, şehir şehir gezip her yerin meşur şeylerini görüp, tadar, deneyimlermiş. Eskişehir'de puf böreğini, Antep'te nohut dürümünü, Şile'de bezleri, Bursa'da ipekleri.. Derken günün birinde bir köyde bulmuş kendini gezgin. Sormuş köyün yaşlılarından birine: "Buranın en meşhur şeyi nedir" diye. Yaşlı adam etrafı göstermiş ve eklemiş: "Bu köyün en meşhur şeyi, buradan istediğin yere gidebilecek olmandır!" 

O köyde, yorgun, zayıflamış meraklı gözlerle bakıyorum yollara. Artık istediğim yere gidebilirim. Ama acelem yok. Tadını çıkaracağım bakarken yollara!

Perşembe, Nisan 08, 2010

...Gittim Dönücem...

Evim bana der ki:
"Beni terk etme, senin geçmişin burada."
Yolum bana der ki:
"Gel, beni takip et, senin geleceğin benim."
Ve ben evime ve yoluma derim ki:
"Geçmişim yok,geleceğim de.
Eğer burada kalırsam, kalışım da bir gidiş olacak;
Gidersem, gidişim de bir kalış olacak.
Sadece aşk ve ölüm her şeyi değiştirir"
Halil Cibran


İşte gidiyorum. Askerlik nedeniyle uzun bir süre buralarda olmayacağım. Gözleri bu satırlarda dolaşan herkese, yeniden buluşuncaya dek sağlık ve huzur diliyorum. AŞK'la kalın...

Salı, Nisan 06, 2010

Tam 35...


Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim
Sezen Aksu

Perşembe, Nisan 01, 2010

düş...

Zaman daralıyor; İzmir'imin sokakları yasemin kokusuna bulanırken, mimozalar sarı sarı açarken, bahar tüm şuhluğuyla eserken... zaman daralıyor. Bir yerlerden buziki notaları çalınıyor kulaklarıma. Diyor ya şair, beni bu havalar mahvetti diye! Aynı o durum işte! Bahar... En sevdiğim iklimdeyim... Bir Ege köyü düşlüyorum. Zeytin ağaçları... Kıvrım kıvrım ve kocaman gövdeleriyle... Sarı taştan yapılmış bir ev sonra. Evin önünde bir asmaaltı masası. Beyaz örtüler... Turpotu, radika, bergama tulumu ve şarap... Çıplak ışıkların çevresinde uçuşan pervaneler... Fonda Yunan müzikleri... Kahkahalar... Bazen ne hissettiğimi anlamadığımda yani kendime ulaşamadığımda kurduğum bu düş beni sarmalıyor. Kocaman bir çalışma odası. Zeytinlerin üstünden masmavi denize bakan, kitaplarla dolu bir oda. Duvara dayalı bir bisiklet. Zaman daralıyor... Bilirim zaman daralır, yine genişler... Bazen ne hissettiğimi bilemem yine de güzel şeyler hissedeceğim bir yer vardır zihnimde. Zihnim dünyamdan büyük... Bu bile güzel!

Perşembe, Mart 18, 2010

Bir tuhaf durum: Adı ARAF

Yalnızlığım diyordu şair, pasaklı sevgilim.... Aynı dizeleri tekbaşınalığıma söylüyorum içimden. Kimse duymasın diye usulca... Evsiz, yersiz, yurtsuz hissediyorum kendimi. İşsiz, güçsüz, bir tuhaf bekleyiş bu. Ama acıtıcı değil. Elim kolum bağlı. Kendime ve tüm duygularıma kapalı. Tek başıma kalmayı özledim en çok. Kendimle ve kedimle. Kalabalık istemiyorum. Kabalık istemiyorum. Sessizce dünyanın tüm kitaplarını okumak istiyorum sadece. Jöle kutusunun içindeki hava kabarcığı gibi. Öylece asılı... Bekleyişte! Bir tuhaf durum işte. Kötü değil. İyi de değil. Bekleyiş sadece. Adı ARAF...

Cuma, Şubat 26, 2010

topladım eşyamı...

Sıcak ve bunaltıcı bir Ağustos sabahıydı. Tozlu, geniş bir odada, GSF öğrencilerinin rulo haline getirilmiş işlerinin yayıldığı masalardan birini boşaltıp işe başlamıştım. Uzun, sıkıcı günlerdi. Koridorlar boş, sessizlik gürültücüydü. Şimdi, tam yedi ay sonra, yağmurlu bir Şubat sabahında, tozsuz, aydınlık o geniş odadaki boş masamdan yazıyorum bu satırları. Bugün iş yerimdeki son günüm. Binlerce pırıl pırıl genç öğrencinin sesleri yankılanıyor koridorlarda. İş arkadaşlarım, ortamım, "buradaki tüm sıkıntıma değer!" diyebileceğim nitelikteler. Özellikle öğrencilerim ve iş arkadaşlarım gidişimdeki burukluğumun nedenleri. Sonrası yine yol, yine yollar... Bugün işteki son günüm. Herşey bitiyor diyorum kendime... Başladı mı bir kere, bitmeye mahkum herşey. Yine de merak ediyorum, bu yorgunluk ne zaman bitecek diye!

Çarşamba, Şubat 17, 2010

İhtimaller Saklambacı

Yaşam başlı başına bir belirsizlik. Bir akıl oyunu. Hep biliriz, aslında bırakalım yarını, öbür günü, sonraki ayı, 2012'yi, otuz saniye sonra bile ne olacağını bilmiyoruz. Yine de sonrası belliymiş gibi yaşama oyunu hepimize rahatlık veriyor. Bunun en temelinde insan olmanın dayanılması zor paradoksu yatıyor olmalı, çünkü öleceğini bilerek yaşamaya devam eden tek canlı insan. İşte bu bilmenin ağır yükünü, geleceğe yönelik planlar yaparak, hep var olmaya devam edeceğimiz gibi bir illüzyon yaratarak aşmaya çalışıyoruz galiba. Sonra da gelecek vizyonumuz hafif bulandığında "belirsizlikleri sevmiyorum, canımı sıkıyor" gibi cümleler kuruyoruz. Bu gibi cümleleri kurarken bile o filmde geçen cümlenin doğruluğunu kısa bir an anımsar gibi bile olmuyoruz: "Tanrıyı güldürmek istiyorsan plan yap!"
Evet belirsizlik yaşamın doğası. Yine de sevmiyoruz genel olarak. Bense şu günlerde, geleceğe uzanan yolumun sisler içinde kaybolduğunu hissediyorum. Yaşamın belirsizliğine takıklığım bundan. Bunun aslında var olan tek gerçeklik olduğunu bilmek, daha katlanılır kılıyor belirsizliği. Dahası keyif almaya bile başlıyorum belirsizlikten.
Bu ay sonu ayrılıyorum işten. Sonra, geçen sene Temmuz ayından beri yaşadığım göçerlik halinin son halkasını tamamlamak üzere evimi boşaltacağım. Yedi ayda üçüncü kez taşınacağım. Eşyalarımın, kitaplarımın bir kısmı İzmir'deki evimde, bir kısımı İstanbul'da bir depoda zamanın tozuna zemin olurken, bu kez ne kadar süreceğini, nerede ve nasıl geçeceğini, ancak bir kaç gün öncesinde bilebileceğim yeni bir göçerliğe hazırlanacağım. Ve doktoram biteli beri hissettiğim o kök salamama, saksıda bitki hayatımın dibine vuracağım!
Okuldu, masterdı, doktoraydı derken ötelendikçe ötelenen askerlik artık ötelenemez bir noktaya geldi işte. Yakını göremezken uzakta gördüğümü sandığım şey bir imajinasyondan ibaret aslında.
Yine de tüm bu belirsizlik içinde, ihtimallerin saklambacında çekici, gizemli birşeyler var. Belirsizliğin keyif verici olabilirliğini sobeliyorum.

Pazartesi, Şubat 15, 2010

Sıradaki Şarkı...

Oldum olası radyo dinlemeyi sevmişimdir. Buna ilişkin ilk anılarım, tv yayınlarının ancak akşamları başladığı çocukluk dönemlerime ilişkin. Evet benim çocukluğumda topu topu bir kanal vardı ve o da belli saatlerde yayın yapıyordu. Dolayısıyla radyo çok daha etkin bir rol oynuyordu hayatımızda.
Bugünse radyonun hayatımdaki yeri bir yol arkadaşlığıyla sınırlı nerdeyse. Arabadayken sürekli kanaldan kanala geçerek kendime ya da o anki ruh halime uygun müzikleri ararım. Böyle zamanlarda bazı günler belli bir şarkıcının farklı şarkıları, farklı radyo kanallarında denk gelince, "noldu lan acaba öldü de onu mu anıyorlar" diye düşünmeden edemem. Ölmediğini öğrendiğimde içim rahatlar ve o günü o şarkıcıya ithaf ederim. Mesela geçenlerde radyoda scan ederken tam 5 kere Sertab Erener'e denk geldim. O gün benim için Sertab günüydü. Buna şikayetim yok. Ama şu Funda Arar da ne kadar dinleniyor yahu bu memlekette! Günlerimin çoğu Funda Arar gününe dönüşüyor ki duyduğum çoğu ağlak şarkısını hiç sevmiyorum. İşte böylesi durumlarda kayıtlı radyo kanallarım giriyor devreye. Birinci kanalda Radyo Voyage bulunuyor. "Dünyanın müziğine yolculuk..." sloganıyla yayın yapan radyo, farklı kültürlerin, tınısını taşıyor. Diyebilirim ki en çok dinlediğim radyo kanallarından biri. İkinci sırada ise, KarmaLove var. "Aşk her dilde aşktır!" Büyük bir söz edilmeye çalışılmış slogana rağmen, tüm zamanların aşk şarkılarına sık yer veren bu kanalı da seviyorum. En sevdiğim özelliği ise Akdeniz tınılarına fazla yer verilmesi. Kendimi ruhsal memleketimde hissettiriyor. Sonra Açık Radyo geliyor. Ardından TRT 3, NTVRadyo ve HaberTürk Radyo... Ama tabi ki her zaman kayıtlı listem üzerinde dolaşmıyorum. Scan etmediğim gün neredeyse yok. Bazen peşpeşe gezindiğim kanallarda enerjimi yükselten şarkılar yakaladığımda o günümün diğerlerine göre daha iyi geçeceğini hissediyorum. Şarkılardan fal tutmayı takıntı haline getirmiş biri olarak bu yol arkadaşımı seviyorum... Sıradaki şarkıyı tüm sevdiklerime yolluyorum:P

Çarşamba, Şubat 10, 2010

Ütopik bir istek...

Tamam biliyorum, yine agresif bir yazar oldum bu son zamanlarda... Ama n'apayım, haber maber izlemek yaramıyor bana. Böyle sinirlerim tepemde dans ediyor, tansiyonum ben burdayım, "baş kaldırıyorum lan!" falan diyor... Ben de soluğu bu sayfada alıyorum. Gerçi tutuyorum kendimi, söylediklerim ve yazdıklarımdan çok daha fazlası var içimde ama olsun aza kanaat etmeyi öğrendim galiba.
Bugünkü isyanımsa kedilerle ilgili... Anasını satayım, ülkede bir kadın üç kediyi boğazlayıp kanını içiyor ve hooop serbest bırakılıyor. İşte bu gerçekten çıldırtıcı birşey. Dahası bunu akademik çevrelerde tartışmak bile abes kabul ediliyor: "İnsanların kanı emiliyor, kedilerin kanı içilmiş çok mu?" Haklılık payları yok değil elbette. İnsanların kanı emiliyor. Hatta iliklerine kadar geldi sıra ama bu insanların kendi sorunu. Emdirmesinler onlar da kendi kanlarını. Karşı çıksınlar, oy moy vermesinler, çalışsınlar, ses çıkarsınlar.
Ama söz konusu olan hayvanlarsa... Ağızları var dilleri yok. Üstelik kimseye bir zararları bile yok. Kendi haklarını savunmak yerine dünyayı güzelleştirmeyle meşguller. Ve birgün birileri çıkıp onların kanını emebiliyor! Hergün oluyor bu belki de. Sokaklarda hayvanlara işkence eden kişiler, hayvan kıyımı yapan belediyler... "Hayvan" sözcüğünü bir hakaret olarak kullanmaya alışkın insan oğlu, hakaretlerin en büyüğünü hak ediyor aslında.
Ama ben burada ne söylesem boş... Nükleeri hala ve bile isteye savunan, çevre katliamını yasalarla destekleyen yönetimler iş başında oldukça hayvan öldürmenin suç olmasını istemek tam bir ütopya!

Cumartesi, Ocak 30, 2010

"Ne kadar çok iyi kitapla tanışırsan,
birlikte olmaktan zevk aldığın kişilerin sayısı
o kadar azalacaktır!"
Ludwig Andreas Feuerbach