Cumartesi, Temmuz 30, 2005

Emir Büyük Yerden, Gitmeli!

Saçlarımı bırakıyorum lavabona, yatağına, yastığına... terinle yapışmış bir tanesi omzunla boynunun kesiştiği kıvrımda. ”Kaçırılmış, geç kalınmış bir uçakla başlayan şey, öne alınmış erken bir uçakla bitmesin” derken dalgalanan boynunda! Göz yaşlarımı bırakıyorum avucuna, göğsüne yattığımda tenine yağdırdığım göz yaşlarımı bırakıyorum sana. Nefesini, atışı varlığının en büyük kanıtı olan kalp sesini dinlerken, gidecek olmanın yaşını bırakıyorum tişörtüne. Buharlaşıp kuruyacak daha ben gitmeden! Taze anılar bırakıyorum sana. Kokusu beynimize kıvrılan yeni anılar. Ve güzel güneşli günler bırakıyorum ardımda. Mutluluğu yansıtmanın çok yakışacağı çakmak gözlerine...

Bitmeye başlayalı çok olmadı. Görmüş, beğenmiş, sevişmiştik. O gün uçağı kaçırdın. Belki sadece bir günlük sevgi kıvılcımının parlayıp, bizi tutuşturmaya yetmesinin tek sebebiydi bu, uçağı kaçırman. Kim bilir kaçmasaydı uçağın ve kalmasaydın bende, sevişmeseydik hiç sevişmemiş gibi ömrümüzde, bitmeye başlamazdık, çoktan unutmuş olurduk belki de.

Sonra acımasızca saldıran yalnızlığımıza karşı ittifak oluşturduk. Güçlenmeye ihtiyacımız vardı, ayakta kalmaya, yalnızlığa dayanabilmek için bir süre daha. Çıkıp geldim peşinden. Çağır istedim. Gel de istedim, dedin sende. Biteceğini, bitmesi gerektiğini biliyorduk. Hatta pek de gizli olmayan bir övünç duyuyorduk ezberletilmiş sevgilerin dışına taşabilmenin, biteceğini bilmenin yaralamasına izin vermeyişine. Sonsuzluk işaretinin kesişim noktasıydık biz sadece. Sen beni şimdiki zamana bağlıyordun. Geleceğin ne olacağı umurumuzda bile değildi. Ben hazırdım sonsuzluğun sonunda damarlarıma verilecek acıya.

Şimdi yavaş yavaş geliyorum kendime. Dün gece verilmeye başlandı zehir damarlarıma. Acı eşiği aşıldığından sadece çenemi kasıyorum. Artık sıkı değil yumruklarım, direnmiyorum. Sonsuzluk bitiyor. Ayrılıp kesişim noktamızdan, hızla devineceğiz ters istikametlere.

Ben çelindim. Çalındım bir rüyanın, insanların sevgi kalıplarının birine itildim, birşey yapmamanın güçlüğünde. Tam kaybediyordum ki kendimi o ezberin içinde, tutup çıkardın beni, ana çektin yine... İnişe geçmeye henüz başlamış olan bir su kuşu gibiydim, sanki kırıldı kanadım ve çakıldım yere! Sonsuzluğun bitecek olduğunun gerçekliğine! Konuşamıyor, inliyordum ama duymuyordun beni, O an sessizliğimden korkuyordun! Bir rüyanın en güzel yerinde uyandırılmış gibi oldum. Bir rivayete göre insan beyninin kaldığı yerden devam edebilmesi için uyanınca iki soruya yanıt bulması gerekirmiş: “Burası neresi ve saat kaç?” Sonsuzluğun sonunda ve sensizliğe üç kala buldum kendimi. Üstelik bunun beni bu denli sarsacağından senin de benim de haberimiz yoktu ve işte bu yüzden yaptığın suç değildi.

Üç gün daha vardı beraber yaşayacağımız. Bense büyüyü yitirmiş, yapmam gerekenlerin hafifliğiyle savrulup gidivermeye başlamıştım bile kendi yönüme. Ruhum beklemedi beni, bu yüzden sarılmana karşılık veremedim dün gece! Görüş gününde bir mahküm ne hisseder? Mutlu mu olur sevdiklerini gördüğü için, yoksa ayrılacağı için çektiği acı daha mı ağır basar? Kalbimin, dikenli tellerle korunan yüksek duvarlarındaki megafonlarından gelen ses uyutmadı beni. Rüya bitti diyordu. Simulatif bir biçimde yeniden yükselmeye başlıyordu duvarlar ve tutmak istediğim elin silikleşiyordu. Mola bitti. Geri dönüyoruz! Bu sözler, itaatimi mecbur kılan efendime aitti. Arayıp bugüne kaydırdım biletimi.

Böyle olsun istemezdim. Kurallara sokamadığımız, sokmayı da denemediğimiz ilişkimize böyle bir sonu layık görmedim ama oldu bir kere. Belki bir gün yine bir şekilde, bir flaş patlaması kadar süren koca bir zaman diliminde yine geleceğiz göz göze. Ama şimdi gitmeliyim zira emir büyük yerden!

Sana saçlarımı bırakıyorum, göz yaşlarımı bırakıyorum. Kapının üzerine, “ilacını içmeyi unutma” yazılı bir not, ayakkabılığa bir bardak su bırakıyorum. En derin yerinden kalbimin, en derin yerine kalbinin, sevgimi bırakıyorum! Öyle çok seviyorum ki seni, işte o yüzden gidiyorum!

Cuma, Temmuz 29, 2005

Doğan Apartımanı ya da Hayal Mezarlığı

Sarı odalarım, çerçevelerim, kitaplarım. Koltuklarım, kitaplıklarım. Pencerede demirlerim, girişte nazar boncuğum, hergün yeniden resmimi çizen aynalarım. Uyku tutmayan gecelerde duvarını yalayıp geçen araba farlarının, tavanında gölge oyunları çattığı yatak odam, tapınağım... Balkonda solmuş yaseminim, rüzgar gülüm, japon şemsiyem... Sana dönüyorum yalnızlığım, dört duvarım, efendim!

Yıllar önceydi. Üç çılgın arkadaştık. İstanbul sokakları daha az tehlikeli, maceralı ve eğlenceliydi o zamanlar. Her yere yürürdük, otostop çabamızın işe yaramadığı durumlarda. Sırasıyla dondurma, mısır, kokoreç, kağıt helva, gevrek... Her satıcıdan birşeyler alırdık N. arkadaşımıza. U daha deneyimliydi İstanbul konusunda. Her yerini bilir gibi davranırdı. Kaybolduğumuzu bile çaktırmazdı çoğu zaman. Üç arkadaştık. Yolları bir şekilde kesişmiş, ortak noktaları sadece yaşamak olan üç genç! On dokuz yaşındaydı N. Esmer, hafif kilolu, güzel bir kızdı. U, ufak tefek, sempatik ve on yedi yaşında bir bilgeydi. Durup durup birşeyler söylerdi. Bir de ben, M diyelim kısaca, çelimsiz, biraz pısırık, ille çelişecek ya girişken ve on sekiz yaşında. Bu üçlünün tam ortasında. Sabahlara kadar şarkı söylemeler, balkondan sileceğine düşürdüğümüz izmariti söndürmek için işediğimiz araba üstleri, içki, müzik ve ağlaşmalar...

Boris Vian dinlerdik. U’nun ailesi yazlıkta olduğundan oraya kamp kurmuştuk. Hepimiz aşıktık birilerine. Belli ki platonikti, uzaktan uzağa bir aşktı. Biz hayatımızdan memnunduk. Değilmiş gibi yapmaktı işimiz. Hayallerimiz vardı, en çok da onları süslerdik anlatmanın ötesinde adeta yaşarken. Konuştukça biçim alırdı umudumuz, yalnızlıktan korkardık!

Alman Lisesinin sağındaki sokaktan, Galata Kulesine kıvrılan ilk sağda, bir yere götürdü bizi U. Son derece bakımsız, kocaman bir kütle gibi duran, siyaha çalan kasvetli renklerinin, Fransız balkonlarındaki dökme demirle birleştiği bir apartmanın önünde durduk. “Doğan Apartımanı” yazıyordu üzerinde, büyük, geniş ve paslı kapının üzerinde. On adımlık geniş bir koridoru geçerek orta avluya çıktık. U biçiminde bir binaydı girdiğimiz. İtalyan bir mimar tarafından yapıldığını çok sonradan öğreneceğim bu binaya, tam da avluya çıktığımda vurulmuştuk. Yeni bir hayalimiz olmuştu o gün. Bir gün oraya taşınacaktık. Ev seçtik kendimize. İstanbul’a bakıyordu avlu! İstanbula bakacaktık, komşu olacaktık, hatta neydi o avlunun hali öyle, biraz düzeltecektik. Orada yaşayacaktık!

Sonraki birkaç gece konuştuk bunu. Yine balkonda, üç metre karşımızda başka bir binaya, yanımızdan geçen elektrik tellerine, gürültüyle geçen arabalara bakarken. Eskide bir estetik vardı. İçine doğduğumuz bu beton yığıntılarından bakıldığında ölüsü bile güzel görünüyordu. Bir mezbeleye dönmüş olsa da göz kırpıyordu, trabzan oymasına saklanmış bir Rum Hanım efendinin göz yaşı; Yerine özenle takılmış kapı tokmağındaki İtalyan bir beyin öksürüğü; Büyük bir ustalıkla yerleştirilmiş mermer zeminde İstanbul beyefendisinin hüzünlü baston tıkırtıları...

Cam ve metalin, soğuk yüzü gökleri delmeye, mahalle aralarındaki beton yığıntılar mantarlar gibi çoğalmaya başlamıştı çoktan. Her birimiz bir yerlere dağıldık. Yaşam ne derse o oldu. Koptuk, bağlandık, öfke ve nefretin, aşk bencilliklerinin içten içe yemesine izin verdik kimi zaman dostluğumuzu. Ortak bir maziye sahipken nasıl gidilir ki birilerinden! Eski bir albümün bakıldıkça (zamanın acımasızlığını anımsattığından) acı veren sayfalarındaki, zorunlu olmadıkça açılmayan şekline bürünen dostluğumuzdan! Geçmişten başka konuşacak birşeyleri olmayan kişilere dönüştük belki. Acıyor mu bu yüzden canımız, bilmiyorum.

Geçen gün uzun uğraşlar ve yorucu bir yürüyüşün ardından yeniden oradaydım. Doğan Apartmanının önünde. Keşfedilmiş ve kurtarılmış bir apartman buldum köşeyi dönünce. Dökme balkon demirleri yeşil ve hala çok gizemliydi. On adımlık avludan sonra, güvenliğin sadece pencereden bakmama izin verdiği düzenlenmiş avluya baktım. On sekiz yaşımın oturmayı istediği evde şimdi yabancılar oturuyordu. Unutulmuş hayalimle yüzleştim. Ne N vardı yanımda bu kez ne de U. Restore edilmiş haliyle bile, bir hayal mezarlığıydı önünde durduğum. İçinde sadece bir zamanlar oturmayı, yaşamayı istediğim dairenin olmadığı, dostluğun, aşkın, denemeye değer bulmanın ve kafa tutmanın defnedildiği! Teslim olma zamanı gelmişti yine efendime!

Sarı odalarım, çerçevelerim, kitaplarım. Koltuklarım, kitaplıklarım. Pencerede demirlerim, girişte nazar boncuğum, her gün yeniden resmimi çizen aynalarım. Uyku tutmayan gecelerde, duvarını yalayıp geçen araba farlarının, tavanında gölge oyunları çattığı yatak odam, tapınağım... Balkonda solmuş yaseminim, rüzgar gülüm, japon şemsiyem... Sana döndüm işte yine yalnızlığım, dört duvarım, efendim!

Perşembe, Temmuz 28, 2005

Yolculuklar Karar Vermek İçindir Hep!

Bir bilet, tek yön. Birinci büyük kentinden Türkiye’nin, üçüncü büyük kentine; İstanbul’dan İzmir’e. En aydınlığına, en medenisine, en son kalesine çağdaşlığın! Temelleri beş bin yılı bulan, her köşesinde çağların ve kültürlerin dokusunu saklayan, yaşamları bir beşik gibi sarmalayan o kente dönüyorum. Sokakları oturma odası, sahilleri aşıklar parkı olan bir eski masal kentine, Symrna’ya!

Yıllar önceydi. İlk kez aşık olmuştum. Aşkımın peşinden yollara düşmüştüm. Gençtim o zamanlar. Şimdi olduğumdan daha gençtim. Tamam belki sevmeyi bilmiyordum, aidiyetliğe, bağımlılığa dayanan bir sevgiyle seviyor ve seviliyordum . Evrilmemiş, olgunlaşmamış ham bir sevgiyle düşmüştüm yollara. Yağmurlar zamanıydı. Saçlarım vardı, toy ve çelimsizdim ama cesurdum ve gözü karaydım çünkü kaybedecek hiç ama hiçbir şeyim yoktu. Aşk fısıldamıştı kulaklarıma ve çiçekler açıyordu kirpiklerimin ucunda. Uzun ve hiç bitmeyecek gibi gelen yolculuklar yaşardım. Soğuk ve puslu bir kentin, soluk ve iki yüzlü bakışlarından, taşı toprağı aşk olan bu kente, bu asi, bu büyüye!

Zaman büyütüyor aşkları. Bazen de öğütüyor. Kesin olan şu ki her yaşanmışlık, içimizde çökerken derinlere, yaşlı dünyamız gibi katmanlaştırıyor yüreklerimizi. Ve biz her aşkla yeni fırça darbeleri vuruyoruz yaşam denen tuvalin üzerine. Yeni baştan öğreniyoruz hayata, aşka ve dahası kendimize dair ne varsa olup biteni. Dönüşüyor, evriliyor, yeni formlar kazanıyoruz aşklardan aşklara giderken. Aslında yollar belirliyor geleceğimizi...

Hatırladığım kadarıyla henüz il olmamıştı Yalova. Depremlerin sadece doğuya özgü olduğu düşünülürdü o zamanlar. Yeni olan deniz otobüsleriydi. Kartal’dan binip Yalova’da inmiştim. El bile sallayamamıştım beni gözü yaşlı uğurlayan aşkıma! Yağmurlar yağıyordu dalgakıranın koruduğu sulara. Küçük, temiz ve ucuz (bu üçünün bir arada olması pek zordu o zamanlar) bir sahil pansiyonuna demirlemiştim kendimi. Açık havalarda Kartal’ı, oradaki aşkımı görebilmek için dönmeden önce bir iki gün daha! Sırt çantam, defterim ve kalemim vardı yine sadece yanımda. Birkaç kırık dökük sonradan burun kıvıracağım şiir, bir iki aşk mektubu ve duygular. Defterime döküldüğü zaman, ruhumda yara açmayan, açamayan onlar! Hava hiç düzelmedi. Karşı kıyının ışıkları hayalet bir sancıma gibiydi. Gerçekten oradalar mıydı yoksa orada olmalarını istiyorum diye mi görüyordum onları, hiç bilemedim.

İki uzun günün ardından ( o zamanlar günler daha uzun sürerdi) yine atlayıp bir otobüse, yağmurun kirli camlara çizdiği soyut figürlerde onun adını aradım. Yine o soğuk ve denizi olmayan kentin sert taşlarına vurmaya hazırlanan bir dalgaya dönüşmüştüm işte! Alırken biletimi “tekerlek üzeri olmasın” diye ısrar etmeme rağmen, defterimdeki yazılar bir EKG grafiğini andırıyordu. “Yolculuklar karar vermek içindir hep!” son cümleydi belki de o deftere yazdığım. Sonra bıraktım yazmayı, duran bir kalbin tek sesli çizgisi gibi uzun bir sessizlik çizdim defterime. Onu son görüşümdü. Bunu henüz bilmiyordum. Uzun sürdü yolculuk. Belki de hiç bitmedi...

Aidiyetliğin ve hüküm sürmenin olmadığı Cibranvari bir evrilmiş sevgiyle, belki de kendime meydan okuduğum ve daha öncekilere hiç benzemeyen bir duyguyla, ama yine sevgi için geldiğim kentten gitmek üzereyim. Topu topu iki günüm kaldı. Göz açıp kapatıncaya kadar bitiveriyor günler. Yağmurla geldiğim kentten, bu kez nasıl döneceğim, ben bile bilmiyorum. Bildiğim, eskiden o kente dönmek istemeyişimdi, dönüşlerimin daha acı ve daha katlanılmaz olduğuydu. Artık uzun da sürmüyor yolculuklar, uçakla bir saat! Ve sonunda İzmir varsa, hele karşılayacaksa o yaz akşamlarına özgü cilveli meltemiyle, sevgim de bağımlılıktan arınmışsa ya da en azından ben, şimdilik öyle sanıyorsam, ne kalıyor ki geriye “hoşçakal İstanbul, hoşçakal sevgilim” demekten başka?

Salı, Temmuz 26, 2005

Pera'da Kabul Günü

Çocukluğumda annemin kabul günleri olurdu. Bir kaç gün öncesinden başlardı hazırıklar. Birkaç çeşit tatlı, birkaç çeşit tuzlu pastalar yapılırdı. Güzel yapan ellerin sahibinin adıyla anılırdı pastalar, mutfaktaki dolapta gizlenen lacivert kablı tarif kitabında; Semiha'nın gazozlu keki, Semra'nın paskalya çöreği, Tangül'ün ketesi, Anneannemin S pastası... Apartman girişinden itibaren karşılardı karışan sıcak pasta kokuları çocukluğumu. Kabul günleri öncesinde annemin sinir katsayıları artardı. Temizlik ve mutfak işlerinde anneme yardımcı olan Havva ablaya düşerdi annemi sakinleştirmek çoğu zaman... Ardından her ayın 19'una gelen kabul gününü iptal etti annem. Çalışmaya başladı. Bundan sonra düzenledikleri kabul günleri, bir restaurantta yemek yedikten sonra, tek çeşit pastane pastasıyla evde içilen sayısız bardak çaydan ve her hafta ya da ay bir kişiye verilen altın ya da paradan ibaretti. Ben artık büyümüştüm, annem eskisi kadar sinirlenmiyordu ve Havva abla çoktan başka bir kente yerleşmişti. Biz de kitap günleri düzenliyorduk arkadaşlarla. O hafta kime gideceksek, istediği bir kitabı alıyorduk. Böylece herkesin yeni kitapları oluyordu ve bir araya geldiğimizde okuduğumuz kitaplarla, yazarlarla ilgili konuşmalar yapıyorduk... O güzelim pasta kokusu gibi olmuyordu ama en az onun kadar etkili kitap kokusu inceden bir aroma katıyordu kahve kokusuna.

Üzerinden yıllar geçti kabul günlerinin, altın günlerinin, kitap günleririn. Yıllar sonra ilk kez bir kabul günü düzenledim sanata. Galerileri, sergileri, kitapçıları, sinemaları dolaşabileceğim bir gün olsun istedim. Bir yerlere yetişme kaygısından ve bir şeyler yapma telaşından uzak, yaratıcılığı, üretimi, hazzı hissedebileceğim bir gün olsun istedim. Ünlü Akdeniz heykelinin yaratıcısı İlhan Koman'ın retrospektif sergisinde aldım önce soluğu. Ardından "Kutsal Dumandan Parfüme" başlığını taşıyan koku sergisi geldi... Ara verip bir film izledim. Yine ev yaşantısını kıskandığım bir Fransız kız ve onun küçük yaşamıydı öykü. Ardından Pera Müzesi... Kocaeli'nde yaşayan dostum, İstanbul Modern Sanat Müzesini anlatışıma dair yazdığı bir iletide, ballandıra ballandıra anlatışıma "giden var, gidemeyen var, insanın canı çekiyor" yorumunu yaptığından, Pera'yı anlatmakta zorlanacağım!

Ne kadar aydınlık, ferah ve insanı arındıran bir mekan! Bu mekan bu günlerde Günümüz Türk Sanatında Genç Açılımlar başlıklı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Çağdaş sanatı seviyorum. Belki de Deneysel Tiyatro hakkında yaptığım lisans tezimin bir sonucu bu. Arınma hissini de galeriye ilk girdiğimde gördüğüm, Mehmet Özen'in video yerleştirmesi olan "Arınma" başlıklı çalışmasında tepeden tırnağa hissettim. Yere yerleştirilmiş bir kil büstün karşısında bir televizyon, ve ekranda bu kil büstün oluşma aşamalarının insansız akışı... Beni etkilemesinin nedeni, dün yazıya oturup da aklımın bilgisayara yüklediğim oyunda olmasından dolayı yazamamış olmamdan mı kaynaklanıyor bilemedim(!). Pek çok genç sanatçının çeşitli yerleştirme çalışmaları içinde en çok etkilendiğim ikinci çalışma ise, Burcu Aksoy'un "Mutlak Hata" adlı çalışması oldu. Çeşitli iç ve dış bükey aynalar koyarak yapılmış olan yerleştirmede, hataların kaçınılmazlığı, bakış açıları ve optik yaklaşımlar bulunuyor. Eseri izlerken, içimde bir sesin "neye göre hata?" diye sorduğunu duyumsayabildim!

Ortalıkta, saygınlıkları pahasına gündemi terk etmek istemeyen büyüklerimizin yarattığı "Vahdettin hain miydi?" soruları tartışıladursun, ben "İmparatorluktan Portreler" adlı sergide, resim sanatını günah sayan zihniyeti delmeyi başarmış kişilerin tarihten süzülen aydınlıklarıyla, iyi ki resmin günah olduğu gerçeğine ihanet etmişler diye düşünerek hayran hayran dolaştım.

Notlar aldım akıl defterime, Osman Hamdi'nin "Kaplumbağa Terbiyecisi", Antoine Farvay'ın "Osmanlı Kıyafetli Fransız Elçisi", "Abdulmecit", "III.Selim"... İnsan dolmadan boşalmıyor! Sanat olmadan olmuyor. Bir insanı sonsuz yapan şey sanattan başka ne olabilir ki? Bugün Pera'da tüm o eski hayaletler, adı sanat olan o kabul günüme katıldılar. Dünden, bugünden, Türkiye'den, Fransa'dan, İsveç'ten geldiler. Sergi Salonunu terk ederken asansördeki aynada, şakaklarımdan göz kırpan bir beyaz tel daha gördüm. Yağlıboya bir tablonun üzerindeki zaman çatlakları gibiydi. Belki de ilk kez bugün üzülmedim zamanın geçiyor olmasına! Daha sık kabul günü yapmalıyım dedim kendi kendime, harika pasta kokularını içime çekerek terk ederken Pera'yı...

Pazar, Temmuz 24, 2005

Ben Japonya'dayken...

Bir motor gezisi. Boğazın iki köprüsü arasında, kıyı kıyı giderek yalılara, bahçelerde açan manolyalara, esen rüzgara ve köprü altlarına teğet geçme yolculuğu. Bir saati üç buçuk yeni lira. Ortaboy, çok da büyük olmayan bir tekne bu. İnsanlar var ahşap bankların üzerinde oturan. Yüz kişi kadar varız. Çoğunluğu Japon. Kısa boylu, düz saçlı, çizgi gözlü ve fotoğraf makineli Japonlar. Gördükleri herşeyi o küçücük kutulara hapsetmeye kendilerini adamış Japonlar... Farklı bir şeyler yapmak isteyen sıkılmış kent insanları var. Şöyle bir Boğaz havası almaya çıkmış, hayatlarını iskelede beklemeye bırakmış kent insanları. Ve gençler... çok değiller. Üçer kişiden oluşan en fazla üç grup. Kızlı oğlanlı... Teknenin kıçına oturmuş olan bir grup genç, boğazın koyu mavi sularını yaran köpüklerin sahibi olan motor sesini bastırma çabasıyla şarkılar söylüyor. Herkes fotoğraf çekme telaşında. Yaşadıkları anı kaydetme telaşı... Belleksizliğin bir getirisi mi bu bilmiyorum... O yüzden ben de basıyorum deklanşöre, bir ayrıntı bulduğumda...

Ortaköy camiisini çekiyorum. Ben İstanbul'dayım dercesine ekliyorum suretimi karenin köşesine. Kendim çekiyorum kendi resimlerimi. Bu yüzden görmüyorum kadrajın içinde olanları; öngörüsüzlükle, tahmin edilemezliğe bırakıyorum görüntü yönetmenliğini... Hem öyle olur olmaz yerlere sokmuyorum kendimi karelere. Fotojenik olmamamın bununla bir ilgisi yok! İlkokulu bitirdikten sonra, büyüyünce bir subay olmam için sınavlarına sokulduğum Kuleli Askeri Lisesinin denizden görüntüsüne ekledim suretimi bir de. Hani sanki geçmişimi belgelemek, unutmamak için!

Su, simit, çay ve benzerlerini satan satıcı ve sürekli dolaşıp duran Japonların dışında kimse yerinden kalkmıyor. Ben de. Köpükleri izliyorum. Aklıma bir zamanlar bir kız arkadaşımın dedesinin başından geçen bir anı geliyor: Adam ilk kez gelmiş İstanbul'a. Şehir hatları vapuruyla Kadıköy'den Eminönü'ne gidiyormuş. Yanında oturan bir kız "Ateşin var mı amca?" diye sormuş. Adamcağız yakmış bu genç kızın sigarasını. Genç kız derin bir nefes almış sigarasından ve sakince kalkıp oturduğu yerden, vapurun kenarına geçmiş. "Ne rahat bir kız" diye düşünmüş bizimki. Tam o anda atlayıp denize, köpüklere karışmış genç kız. Martılar bir ağıt yakmış, tamamlamadığı sigarası güvertede yuvarlanarak bir su giderine bırakmış kendini. Tüm bunları görmüş adam... Ne düşünmüş, ne yapmış, ne hissetmiş bunu bilmiyorum. Zaten hep burada bitmez mi hikayeler. İnsan hikayelerdeki sonlar sayesinde barışmıştır yaşamla. Biliyorum iddialı bir saptama oldu ama bir düşünsenize, asla bilemeyeceğimiz sorular taşır her hikaye sonu. Ya da "sonsuza dek mutlulukla yaşamışlar" cümlesiyle tatmin olmayanlar için çıldırtıcı sorular yok mudur? Tıpkı yaşam gibi... Yaşam asla öğrenemeyeceğimiz sorularla doludur. İşte bu yüzden, insan hikayelerdeki sonlar sayesinde barışmıştır yaşamla! Yoksa alışmıştır mı demeli?

Seçimi size bırakıp, Boğaz turuna dönmek istiyorum. Köpüklerin, köprünün alttan görünüşünün, doğayı ve görüntüyü hiçe sayan estetik yoksunu burjuva mimarisinin çeşitli örneklerinin yer yer lekelediği sahil şeridini, kraliçenin uzanıp Kanlıca'nın ortayerinde bir taşa, gözünün yaşını yüzdürdüğü Hisar'ı yakalamaya çalışıyorum vizörde. Sonra da makinayı sırt çantama koyup seyre dalıyorum İstanbul'u, Avrupa'yı, Asya'yı, bu iki kıtayı, türlü türlü insanları... Sonra uzak Asya'yı düşünüyorum. Teknedeki Japonlar sayesinde zor olmuyor bu! Hiç gitmediğim Japonya'yı, kalabalık ve düzenli Japon kentlerini. O kentlerden birinde, sade döşenmiş küçük bir evi. O evde ayrıntıların çok olmadığı küçük bir odayı. Zaman zaman depremle sarsıldığından duvara montelenmiş bir rafı. O raftaki bir fotoğraf albümünü. Ve içinde, kendi çektiğim resimlerde bile bu kadar yer kaplamayan kendimi... Önümde, yanımdaki adamın fotoğrafını çekerken beni de o makinayla Japonya'ya götüreceğinden haberi olmayan o adamın evinde, o rafta sürecek olan yaşamımı... Belki bir gün o fotoğrafa bakan biri, hiç bilmemecesine merak edecek,bir ayrıntı olarak benim kim olduğumu. Böylelikle orada da devam edecek bir suretim yaşamaya. Tıpkı o soğuk kış günü ısınmak istercesine sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra boğazın derin ve soğuk sularına karışan o kızın şimdi bu yazıyı okuyan sizlerde yaşamaya devam edeceği gibi...

Perşembe, Temmuz 21, 2005

Saklı İmgeler: İnci Kolye ve Telefon Kutusu

Beyin kıvrımlarımın kuytularına saklanmış bir görüntü -uykuya geçmeden hemen önce uğranılan, düşme hislerinin yaşandığı o aralıkta- çıkarak saklandığı yerden serildi gözlerimin önüne dün gece. Eski bir Türk filminden sararmış bir kare: Türkan Şoray (ki yüzünü, hüznünü bakmakta olduğu aynadan görürüz) aynaya asılı inci kolyeden bir inciyi çıkarıyorken... Maalesef üç aylık ömrü kalmış! Doktor onu ancak bir mucizenin kurtarabileceğini söylüyor ve ekliyor, "dünya turuna çıkın, sevdiğiniz şeyleri yapın." Üç ayın gün sayısına karşılık gelen sayıda incinin oluşturduğu kolyeden, her gece bir tanesini çıkarıyor Türkan Sultan... Her gece bir inci eksiliyor kolyeden, her gece bir gün eksiliyor yaşamından, her gece daha bir yakın oluyor sona, sonuna...


Filmin sonunda ne oluyor, ölüyor mu kalıyor mu, bir mucize oluyor mu hatırlamıyorum. Filmin yönetmenini, erkek oyuncusunu ve hatta filmin adını bile hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, yukarıda anlattığım sararmış kare...

Beynimiz bunu yapıyor galiba; Bizden gizlice sakladığı bir imgeyi, puslandırarak sunuyor canı istediğinde. Ve sanırım sanat bunu yapıyor; Beynimizin kıvrımlarına ekiyor imgeleri, anlam katmak için yaşamımızın gündelik paragraflarına.

Türkiye'nin ilk modern sanat müzesi İstanbulModern'e gittim bugün. Geniş ve ferah, aydınlık ve temiz yüzlü galerilerinde ruhumu yıkarcasına ilerledim. Beynim, bahar başında sürülen tarlalar gibiydi! Bense hayranlıkla karılmış kronik kıskançlığımla bıraktım kendimi kıvrımlı galerilerin modern sanat akımlarına...

Fikret Mualla Retrospektifi hakkında başlı başına bir yazı yazmak gerektiği düşüncesindeyim. İzlemenin ötesinde neredeyse organik bir ilişki içine girdiğim Cityrama Fotoğraf sergisi için de aynı şey söz konusu. Bunarla beraber en çok iki eserden etkilendim; "Telefon Kutuları" ve"Doğa". İki eser de aynı imzayı taşıyor; Burhan Doğançay.

Hayatımın geride kalan kısmında, hiç ummadığım bir uyku öncesi düşüş aralığında ya da tamamlamaya çalıştığı zihin halkalarının tamamlanamadığı anlarda karşıma çıkacak, belki de hiç farketmeden hayatıma anlam yükleyecek bir sürü imge sakladı bugün yine beynim! İstanbul'dan ayrılacak olduğum güne inciler özgürleştirirken, belki de artık apartman girişlerine asılı olmayan telefon kutuları bozacak boş evimin sessizliğini...

Çarşamba, Temmuz 20, 2005

İstanbul'dan Aldım

İnsan gündelik yaşamın koşuşturması içinde galiba önce kendine ayırdığı zamandan vazgeçiyor. "Yapmam gerek"ler, "mecburen"ler, "lazım"lar ve içinde gereklilik kipi barındıran tüm o şeyler yüzünden. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak belirlediğimiz, dış faktörlere göre kurguladığımız, çattığımız mekanik bir işleyişin içinde hareket ediyor gibiyiz. Bir zamanlar yaptığımız seçimlerin rayına oturmuş olmasından başka birşey değil oysa ki bu. Kocaman bir çember bu içinde dönüp durulan!
Bir süredir İstanbul'dayım. İşimin, okulumun ve sosyal bir varlık olarak hayatımın sürüp gittiği İzmir'den uzağım. Yapmam gerekenlerden, misafir ağırlamaktan, arkadaşlarımla görüşmekten, sahilde bir akşam yürüyüşü yapmaktan, Güzelbahçe'de kahvaltıdan, bireysel danışmanlık yapmaktan, sabah erken uyanmaktan, araba yıkatmaktan, toplantılara katılmaktan ve daha bir sürü şeyden, yani hayatımdan uzaktayım.

Uzaktan bakılınca, daha net görülebiliyor insana yaşamı. Ancak nereden bakıldığı da önem kazanıyor burada. İzmir'e İstanbul'dan bakmakla İzmir'e uzaktan bakmak arasında çok fazla uzaklık var. İstanbuldan bakılınca, hayatım bir Akdeniz baladı! Ahestelik ve uyum içinde akıyorken, geçmiş zamanda bir yere sıkışıp kalmış görüntüsüyle çelişiyor. İstanbul'dan İzmir'deki yaşamım, rafta kutusunun içinde duran bir Fransız filmi...

İzmir'deki yaşamıma uzaktan bakınca, her ne kadar Akdeniz havası egemen olsa da koşuşturmalara adanmış görüntüsü bir trajediyi imliyor. Gerekliliklerle örüntülenmiş bir kurgu! Kendimden çaldığım zamanlar!

Buraya gelişim daha önceki gelişlerimden o denli farklı ki hakkında iki çift laf söyleyebilmek için durup zamanın geçmesini beklemek gerekiyor. Ancak yine de zamanın geçmesinden bağımsız olarak, İstanbul yolculuğumun ve halen devam etmekte olan sürecin en belirleyici özelliği, plan tanımazlığı! Tek heceli bir sözöcüğün ilk harfini duyduğumda hazırladım valizimi: "GEL"; iki gün içinde ayarladım tüm işlerimi; sanırım beşinci gün buradaydım!

Tişörtlerimi, pantolonlarımı, kitabımı ve defterimi koymuşum valizime. Gereklilik kiplerim sığmamış valize, İzmir'de kalmış. Hiçbir şey yapmak zorunluluğu olmaksızın dolaşmanın, oturmanın, okumanın, yazmanın, yani yaşamanın sıkılmakla özgürlük arası değişken duyusu içinde, İstanbul'dan kendime zaman aldım...

Şimdi uçmasın diye bu sayfaya bağlıyorum sözcüklerimle, tam da bedenime göre aldığım bu zamanı İzmir'de unutmamak için. Kendime, hiçbir şey olmama, hiçbir şey yapmama lüksünü yeniden tanımak için!

Pazartesi, Temmuz 18, 2005

Hayalkapan!

Özel yetenek gerektiren üniversite eğitimi bölümlerinde, yeteneğin teknikle örtüştürülmeye çalışıldığı bir takım derslerde, ölçme ve değerlendirme, tamamen dersi veren kişilerin subjektif görüşlerinden soyutlanamaksızın yapılır. Bu nedenle ölçme ve değerlendirmeyi yapacak olanın, kişiselliğini bir kenara bırakmayı başarabilmesi, en azından bunu denemesi çok önemlidir. Aksi taktirde büyük yeteneklerin genç fideleri daha açmadan kırılabilir...

1992 yılında kişisel gelişimle ilgilenmeye başladım. Son beş yıldır profesyonel olarak devam eden işimi bu ilgiye borçluyum. Bu ilgiyi de hayatımı zorlaştırmaya çalışan insanlara... Bilinçaltı ve bilincin işleyişi ile ilgili katıldığım eğitim, terapi ve workshoplarda öğrendiklerimi önce kendimde uygulamaya koydum. Yani kendi kendimin deneği oldum... En çok çalıştığım konulardan birisi de yaratıcılık ve sanattı!

Bazen Güzel Sanatlar mezunu arkadaşlarla sohbet ederken, okula girmeden önce daha iyi yaratımlarda bulunduğumuz yönünde bir takım fikirleri sıkça tartışırız. Özellikle sanat alanında, eğitim alanları bekleyen tehlikelerden biri mükemmeliyetçilik, diğeri de bilmeyle gelişen fren mekanizmasıdır. Ancak pekçok öğrencinin senini duyuramadan yaşadığı en büyük tehlike, bu yazının giriş paragrafından da anlaşılacağı üzere, kişiselliklerini bir kenara bırakmayı bilmeyen eğitmen(!)lerdir!

Belki isimlerde hata yapıyor olabilirim ama, ünlü Fındıkkıran'ın bestecisi Tschaikovsky, Macar Dansları'nın bestecisi Brahms'ı(?) değerlendirirken, "yeteneksiz piçin tekidir!" demiş. Belki Tschaikovsky yetenekli, başarılı ve aynı zamanda donanımlıdır ama bu değerlendirmeyi yapması onun kişiselliğini bir kenara bırakamayan, ölçme ve değerlendirme konusunda sıfır olan bir eğitmen olduğunu gösterir. (Tabii bu anekdot doğru ise!) Eğer Brahms bu değerlendirmeyi dikkate alsaydı, o güzelim valslerini hiç duymayabilirdik.

Tanrının ağzından söylenmişcesine kurgulanan Tanrıyla Sohbet adlı spritüel bir kitapta, tanrının "ne şarkılar söylettim kimse duymadı; ne şiirler yazdırdım kimse okumadı; ne resimler yaptırdım kimse görmedi" dediği yazılmıştı... Yani ortalıkta yetenek hırsızları vardı ve buna karşı ayık ve uyanık olunmalıydı.. O kitabın, tanrının ağzıyla yazıldığı konusuna pek katılmasam da ortalıkta bu yetenek törpülerinin dolu olduğunu görebiliyorum...

Murathan Mungan bir röportajında, "bizim gibi ülkelerde insan kendini ancak otuzunda bulabiliyor" demişti. Bu tespite de katılıyorum. Yeteneklerini eğitmek isteyen öğrenciler için, otuz geç bir yaş, ama 17-25 yaşları da yeteneklerini törpületmek ya da kaybetmek için ideal bir aralık...Bazen kendimden çok onlar için üzülüyorum!

Bu kadar kelamı niye ettiğime gelince; Mezun olduktan sonra, yani 1999'dan sonra uzun bir süre sanatsal yazın alanında kalemimi kağıtla buluşturamadım. Oysa sanat eğitimi almak için mühendislik fakültesini üçüncü sınıftan terk etmiştim. Yazamayışımda mükemmeliyetçiliğimin, toyluğumun, korku ve kaygılarımın payı var... Ancak geç bir günah çıkarma olacak belki ama entellektüelliklerinden çok yararlandığım, kişiliklerinden çok yaralandığım yazarlık hocalarımın payı en büyük olan! Henüz yirmi yaşında olan bir öğrenciye, yazınsal değerlendirme sırasında "senin yazdıklarını ayak parmaklarımla yazarım" cümlesini kurabilecek ilginç kişiliklerdi... Entellektüel donanımlarını, bilinçaltlarıyla ve kişilikleriyle ilintilendiremeyen kişilerdi... Hayallerimi kapan hayalkapanlardı...

Tüm buları yaşla, zamanla ve bir takım uygulamalarla aşmaya başladım... Yazmayı hayatının ilk sırasına koyan biri için yazamamak tıpkı Sait Faik'in dediği gibi çıldırtıcı bir şeydir: "yazmasaydım delirecektim!"

Gecikmiş bir itiraftan, geçkalmış, ifade edilmemiş tıkanıklık yaratan bu duygudan herşeye rağmen yazarak kurtulmanın rahatlığını yaşıyorum şimdi... Yazmasaydım delirecektim!