Cuma, Şubat 26, 2010

topladım eşyamı...

Sıcak ve bunaltıcı bir Ağustos sabahıydı. Tozlu, geniş bir odada, GSF öğrencilerinin rulo haline getirilmiş işlerinin yayıldığı masalardan birini boşaltıp işe başlamıştım. Uzun, sıkıcı günlerdi. Koridorlar boş, sessizlik gürültücüydü. Şimdi, tam yedi ay sonra, yağmurlu bir Şubat sabahında, tozsuz, aydınlık o geniş odadaki boş masamdan yazıyorum bu satırları. Bugün iş yerimdeki son günüm. Binlerce pırıl pırıl genç öğrencinin sesleri yankılanıyor koridorlarda. İş arkadaşlarım, ortamım, "buradaki tüm sıkıntıma değer!" diyebileceğim nitelikteler. Özellikle öğrencilerim ve iş arkadaşlarım gidişimdeki burukluğumun nedenleri. Sonrası yine yol, yine yollar... Bugün işteki son günüm. Herşey bitiyor diyorum kendime... Başladı mı bir kere, bitmeye mahkum herşey. Yine de merak ediyorum, bu yorgunluk ne zaman bitecek diye!

Çarşamba, Şubat 17, 2010

İhtimaller Saklambacı

Yaşam başlı başına bir belirsizlik. Bir akıl oyunu. Hep biliriz, aslında bırakalım yarını, öbür günü, sonraki ayı, 2012'yi, otuz saniye sonra bile ne olacağını bilmiyoruz. Yine de sonrası belliymiş gibi yaşama oyunu hepimize rahatlık veriyor. Bunun en temelinde insan olmanın dayanılması zor paradoksu yatıyor olmalı, çünkü öleceğini bilerek yaşamaya devam eden tek canlı insan. İşte bu bilmenin ağır yükünü, geleceğe yönelik planlar yaparak, hep var olmaya devam edeceğimiz gibi bir illüzyon yaratarak aşmaya çalışıyoruz galiba. Sonra da gelecek vizyonumuz hafif bulandığında "belirsizlikleri sevmiyorum, canımı sıkıyor" gibi cümleler kuruyoruz. Bu gibi cümleleri kurarken bile o filmde geçen cümlenin doğruluğunu kısa bir an anımsar gibi bile olmuyoruz: "Tanrıyı güldürmek istiyorsan plan yap!"
Evet belirsizlik yaşamın doğası. Yine de sevmiyoruz genel olarak. Bense şu günlerde, geleceğe uzanan yolumun sisler içinde kaybolduğunu hissediyorum. Yaşamın belirsizliğine takıklığım bundan. Bunun aslında var olan tek gerçeklik olduğunu bilmek, daha katlanılır kılıyor belirsizliği. Dahası keyif almaya bile başlıyorum belirsizlikten.
Bu ay sonu ayrılıyorum işten. Sonra, geçen sene Temmuz ayından beri yaşadığım göçerlik halinin son halkasını tamamlamak üzere evimi boşaltacağım. Yedi ayda üçüncü kez taşınacağım. Eşyalarımın, kitaplarımın bir kısmı İzmir'deki evimde, bir kısımı İstanbul'da bir depoda zamanın tozuna zemin olurken, bu kez ne kadar süreceğini, nerede ve nasıl geçeceğini, ancak bir kaç gün öncesinde bilebileceğim yeni bir göçerliğe hazırlanacağım. Ve doktoram biteli beri hissettiğim o kök salamama, saksıda bitki hayatımın dibine vuracağım!
Okuldu, masterdı, doktoraydı derken ötelendikçe ötelenen askerlik artık ötelenemez bir noktaya geldi işte. Yakını göremezken uzakta gördüğümü sandığım şey bir imajinasyondan ibaret aslında.
Yine de tüm bu belirsizlik içinde, ihtimallerin saklambacında çekici, gizemli birşeyler var. Belirsizliğin keyif verici olabilirliğini sobeliyorum.

Pazartesi, Şubat 15, 2010

Sıradaki Şarkı...

Oldum olası radyo dinlemeyi sevmişimdir. Buna ilişkin ilk anılarım, tv yayınlarının ancak akşamları başladığı çocukluk dönemlerime ilişkin. Evet benim çocukluğumda topu topu bir kanal vardı ve o da belli saatlerde yayın yapıyordu. Dolayısıyla radyo çok daha etkin bir rol oynuyordu hayatımızda.
Bugünse radyonun hayatımdaki yeri bir yol arkadaşlığıyla sınırlı nerdeyse. Arabadayken sürekli kanaldan kanala geçerek kendime ya da o anki ruh halime uygun müzikleri ararım. Böyle zamanlarda bazı günler belli bir şarkıcının farklı şarkıları, farklı radyo kanallarında denk gelince, "noldu lan acaba öldü de onu mu anıyorlar" diye düşünmeden edemem. Ölmediğini öğrendiğimde içim rahatlar ve o günü o şarkıcıya ithaf ederim. Mesela geçenlerde radyoda scan ederken tam 5 kere Sertab Erener'e denk geldim. O gün benim için Sertab günüydü. Buna şikayetim yok. Ama şu Funda Arar da ne kadar dinleniyor yahu bu memlekette! Günlerimin çoğu Funda Arar gününe dönüşüyor ki duyduğum çoğu ağlak şarkısını hiç sevmiyorum. İşte böylesi durumlarda kayıtlı radyo kanallarım giriyor devreye. Birinci kanalda Radyo Voyage bulunuyor. "Dünyanın müziğine yolculuk..." sloganıyla yayın yapan radyo, farklı kültürlerin, tınısını taşıyor. Diyebilirim ki en çok dinlediğim radyo kanallarından biri. İkinci sırada ise, KarmaLove var. "Aşk her dilde aşktır!" Büyük bir söz edilmeye çalışılmış slogana rağmen, tüm zamanların aşk şarkılarına sık yer veren bu kanalı da seviyorum. En sevdiğim özelliği ise Akdeniz tınılarına fazla yer verilmesi. Kendimi ruhsal memleketimde hissettiriyor. Sonra Açık Radyo geliyor. Ardından TRT 3, NTVRadyo ve HaberTürk Radyo... Ama tabi ki her zaman kayıtlı listem üzerinde dolaşmıyorum. Scan etmediğim gün neredeyse yok. Bazen peşpeşe gezindiğim kanallarda enerjimi yükselten şarkılar yakaladığımda o günümün diğerlerine göre daha iyi geçeceğini hissediyorum. Şarkılardan fal tutmayı takıntı haline getirmiş biri olarak bu yol arkadaşımı seviyorum... Sıradaki şarkıyı tüm sevdiklerime yolluyorum:P

Çarşamba, Şubat 10, 2010

Ütopik bir istek...

Tamam biliyorum, yine agresif bir yazar oldum bu son zamanlarda... Ama n'apayım, haber maber izlemek yaramıyor bana. Böyle sinirlerim tepemde dans ediyor, tansiyonum ben burdayım, "baş kaldırıyorum lan!" falan diyor... Ben de soluğu bu sayfada alıyorum. Gerçi tutuyorum kendimi, söylediklerim ve yazdıklarımdan çok daha fazlası var içimde ama olsun aza kanaat etmeyi öğrendim galiba.
Bugünkü isyanımsa kedilerle ilgili... Anasını satayım, ülkede bir kadın üç kediyi boğazlayıp kanını içiyor ve hooop serbest bırakılıyor. İşte bu gerçekten çıldırtıcı birşey. Dahası bunu akademik çevrelerde tartışmak bile abes kabul ediliyor: "İnsanların kanı emiliyor, kedilerin kanı içilmiş çok mu?" Haklılık payları yok değil elbette. İnsanların kanı emiliyor. Hatta iliklerine kadar geldi sıra ama bu insanların kendi sorunu. Emdirmesinler onlar da kendi kanlarını. Karşı çıksınlar, oy moy vermesinler, çalışsınlar, ses çıkarsınlar.
Ama söz konusu olan hayvanlarsa... Ağızları var dilleri yok. Üstelik kimseye bir zararları bile yok. Kendi haklarını savunmak yerine dünyayı güzelleştirmeyle meşguller. Ve birgün birileri çıkıp onların kanını emebiliyor! Hergün oluyor bu belki de. Sokaklarda hayvanlara işkence eden kişiler, hayvan kıyımı yapan belediyler... "Hayvan" sözcüğünü bir hakaret olarak kullanmaya alışkın insan oğlu, hakaretlerin en büyüğünü hak ediyor aslında.
Ama ben burada ne söylesem boş... Nükleeri hala ve bile isteye savunan, çevre katliamını yasalarla destekleyen yönetimler iş başında oldukça hayvan öldürmenin suç olmasını istemek tam bir ütopya!