Pazartesi, Mart 31, 2008

RSS'm benim, biricik sevgilim...

Ne büyük bir kolaylık şu RSS dedikleri. Gerçi anlamak için epey bir araştırma yapmam gerekti. Teknolojik terimlerin karmaşık olması gerektiğine inandığımdan olsa gerek, bugüne kadar hiç ilişmediğim bir kavramdı RSS. Oysa gerçekten de kolay ve vakit kazandırıcı bir işlevi varmış. Kim bilir böylesi kolay olduğu halde sırf karmaşık olduğunu düşündüğüm için ilişmediğim daha ne teknolojik kolaylıklar vardır! Neyse, Bu RSS denilen olay, benim gibi pek çok açıkgünlük okururun güncellenmemiş sayfalara bakarken kaybettiği zamanı ortadan kaldırıyor. Söz gelimi, bilgisayarımın başına geçtiğimde, önce nette takip ettiğim bazı gazeteleri okuyor ardından gezinmeyi sevdiğim bloglarda ne var ne yok diye bakıyorum. Blog yazarları genelde belli bir periyodla sayfa güncellemesi yapmadıklarından kimin sayfasını güncelleyip kimin güncellemediğini anlamak için tek tek adreslere tıklamam gerekiyordu. Oysa o sayfaların RSS'sine abone olduğumda, sadece bir tıklama ile hangi sitenin güncellendiğini görebilmek mümkünmüş. Son bir haftadır kullandığım bu sistem sayesinde -örneğin- Özlem'in ne zamandır güncellemediği sayfasını görmekten kurtuldum :) Ne de olsa güncellediğinde haberim olacak!
Hep söylenir ya, beynimizi de tam kapasite kullanmıyoruz diye, bu olay bana bunu düşündürdü. Keşke daha verimli olmanın yollarını da etkin bir şekilde kullanabilsek...

Çarşamba, Mart 26, 2008

Dört Mumlu Pasta

Televizyonun tam karşısında, yumuşacık kanepeye gömülmüş, sarı battaniyesine sarmalanmış olarak “Büyük Kedilerin Günlüğü” adlı belgeseli izliyordu. Afrika’nın, sadece yılın belli zamanlarında yağış alan iç bölgelerinden birinde çekilmişti. Altı üyeden oluşan bir aslan topluluğunun yaşamını konu alıyordu. Ne tuhaf bir denge, diye düşündü. Yeryüzündeki, insan dışında tüm canlılar kendilerince bir dengeye sahipti. İnsan hariç, diye yineledi kendine. Ne dengesiz bir varoluş bu!

Ara ara gözleri kayıyor, içi geçiyordu. Oldu olası günün bu saatinde belgesel izlerken uyuyakalmayı severdi. Bunu çok sık yapma fırsatı bulamasa da, bugün izinli olduğu için battaniyesini kaptığı gibi kanepeye yerleşmişti. Hafif uykusundan uyandıran o iki şey olmasa, ne iyi gelecekti bu minik şekerlemeler ona; Biri, reklam girdiğinde televizyonun sesinin kediniliğinden artması, diğeri de sancı girdiğinde karnının kasılmasıydı.

Sabah da böyle uyanmıştı. Karnına giren sancılar, dizlerini karnına çekerek kıvranmasını gerektirecek kadar şiddetliydi. İshal olmuştu. Neyse ki artık sabahki kadar sık girmiyordu sancılar. İçtiği ilaçlar ve güçlükle içebildiği kahve-limon karışımının sayesindeydi bu. Arayıp işyerini gelemeyeceğini söyledi. Durumdan pek de hoşnut olmadığı, ses tonundan anlaşılan patronu, bugün işe gitmeyecek olmasını yarım ağız bir geçmiş olsun cümlesiyle kabullenmişti.

Sancılar nedeniyle canı çok acısa da evde olacağı için seviniyordu bir yandan da. Geçen sene geçirdiği apandisit amelyatından sonra bir arkadaşının getirdiği, salon bitkisini daha bir yeşil gösteren güneş ışığını görmeyi seviyordu. Ev işleri ve alışverişle, kısacası koşuşturmayla geçen hafta sonlarında tadını çıkaramadığı bir aydınlık vardı evinde. İşgünleri sabahın erken saatlerinde çıkıp, gün batımından sonra eve vardığı için, ya resmi tatil günlerinde ya da hasta olduğunda yaşayabiliyordu bu duyguyu. Evde zaman geçirmeyi seven bir insan olarak zulüm geliyordu çalışmak bazı zamanlarda.

Durumunu merak ettiği için arayan iş arkadaşının dışında, kimse aramadı onu. İşte olduğunu bildikleri için, bu saatte kimse onu evden aramazdı. Buna karşın cep telefonu, kampanyalarını duyuran bankaların kısa mesajlarlarıyla sık sık rahatsız ediyordu. Haftasonunda yapacağı 75 YTL ve üzeri alışverişe ekstra puan kazanacağını belirten üçüncü mesajı okuduktan sonra, sinirlenerek kapatmış telefonunu.

Hiçbirşey yapmak gelmiyordu içinden. İlaç içebilmesi için birşeyler yemesi gerektiği konusunda kendini ikna etmeyi başarmasının ardından, besleyici olmayan birşeyler atıştırmış, sonra da kanepedeki yerini almıştı. Yorulmak istemiyordu. Hiçbir şey yapmaya değmeyeceğini düşünüyordu. Kanepeyi, yer yer yalayan güneş ışığıyla paylaşmak dışında hiçbirşey yapmak istemiyordu.

Yattığı yerde, bir yandan belgesele boş gözlerle bakıyor, bir yandan da gelecek hafta gireceği kırk yaşını düşünüyordu. Ne çabuk geçti, dedi kendi kendine. Hemen sonra, huzurevinde kalan babaannesini ziyaret ettiği on sene öncenin kışını hatırladı. Bu onun babaannesini son ziyaret edişiydi.

Güneşli, açık, dolayısıyla aldatıcı bir kış sabahıydı. Pazar günü erken bir saatte kalkarak, babaannesinin çok sevdiği un kurabiyelerinden yapmış, öğlen olmadan huzurevine gitmek için yola çıkmıştı. Şehrin hemen çıkışında, sırtını ormana dayamış, irili ufaklı bina komplekslerinden ibaret huzurevine vardığında, buranın adıyla müsemma olduğunu düşünmüştü. Arabasını, sadece iki- üç aracın bulunduğu büyük park yerinde bıraktıktan sonra, yılın bu mevsiminde bile bakımı yapılan bahçeden geçerek babaannesinin kaldığu binaya doğru yürürken, insanı kendine getiren sert havayı bir kaç kez derin derin içine çekmişti.

Babaannesi onu gördüğüne çok sevinmişti. Daha sık gelemediği için özür dileyerek sarılmıştı ona. Un kurabiyelerini yerlerken, oradan buradan, bazı tanıdıklardan ve onun bir süre önce biten evliliğinden konuştular. Yazık çok erken karar verdiniz, demişti babaannesi. Bizim zamanımızda bu tür sorunlar ayrılma nedeni sayılmazdı ama tabi artık zaman değişti. Herşey çok değişti, diye devam etmişti. Derken konu yaz sonunda gireceği otuz yaşına gelmişti.

Hiçbirşey anlamadım babaanne, öyle çabuk geçti ki, yirmi ikiden sonrasını hatırlamıyorum bile, diye yakındı. Bu cümleyi, yaşıtı bir arkadaşına değil de atmış sekiz yaşındaki babaannesine söylediğini fark edince, takılma gereksinimi duyarak ekledi: Bu kadar çabuk geçeceği konusunda beni uyarmalıydın.

Beklemediği bir yanıt geldi takma dişlerinin arasından babaannenin: İyi o zaman, sonradan bana kızmaman için uyarıyorum seni, otuzdan sonrası da öyle çabuk geçecek, ona göre yaşa!

Babaannesini kaybettikten birkaç hafta sonra girdiği otuzuncu yaşında, iş yerinden bir arkadaşı aramıştı onu sadece.

Bir antilopun, canını vermesi için boğazından sıkarak sabırla bekliyordu erkek aslan. Karnını iyice doyurana kadar yaklaşmadı diğer aile üyeleri. Babaannem haklıymış, diye geçirdi içinden. Yine çabuk geçti...

Bir hafta sonra iş yerinde küçük bir kutlama yaptılar. Bakkallarda satılan kendinden kremalı hazır bir kekin üzerindeki dört mumu üfleyerek girdi kırk yaşına. Cep telefonuna, doğum gününü kutlayan bir de mesaj gelmişti. Göndericisi banka olan...

Cumartesi, Mart 22, 2008

Sahafta II

İlki tutunca ikincisinin üzerinden, suyunu çıkararak da olsa kasa doldurmaya çalışılan film adları gibi oldu başlığım. Bu günlerde yemeklerden önce bir saat kadar eski kitap kokuları reçetesi yazılmış gibi yolumu bile isteye düşürüyorum sahaflara. Geçen gün içinde bir düğmeci keşfettiğim sahafa, taş çatlasa 20 metre uzakta, kuytuda kaldığı için hiç görmediğim ama kendi çapında bir kütüphane sayılabilecek kadar da büyük başka bir sahaftı bugün gittiğim. Haliyle soruyor içeri girdiğinizde, hafif kır saçlı bir bey, "aradığınız belli bir kitap var mı?" diye. "Sadece dolaşmak ve bakmak istiyorum" diyorum demesine de içimden, "tüm romanları okumak istiyorum" diyorum imkansız olduğunu bile bile. Önce tek tek dolaşıyorum kitaplıktan sokakları. Tam bir çok yazardan derlenmiş "Kedi Öyküleri" isimli kitabı elime alıyorum ki bir miyavlama geliyor kulaklarıma. Öyle ya kedisiz sahafların eksik olduğunu düşünürüm. Fakat bu sahaf 3 yavrusu olan bir sarmanın eviymiş aynı zamanda. Rafların altına yerleştirilmiş mukavva kutunun içinde, gözleri yeni açılmakta olan üç minik kedicik. Annelerini okşuyorum. Kitaba bu kadar yakışan başka bir canlı var mı bilemiyorum.
Epey dolaştıktan, 3-5 kitap topladıktan ve kır saçlı beyin çay ikramından sonra yağmurun ıslattığı sokağa çıkıyorum. Kitap, kedi, yağmur. En kısa zamanda Bilge Karasu'nun Ne Kitapsız Ne Kedisiz'ini yeniden okumaya karar veriyorum. Sırada ne çok kitap biriktiğini düşününce tatlı bir üşüşme yaşıyorum. Sonra aklıma tezim geliyor. Gelir gelmez omuzlarımın çöktüğünü, içimin sıkıldığını duyumsuyorum. Doktorasını veren hemen tüm arkadaşlarım, hissettiğim bu sıkıntının, sürecin bir parçası olduğunu söylüyorlar. Bitecek diyorlar, biraz daha yorulacaksın, sıkılacaksın ama değecek, diyorlar. Oysa ben başka yerlerde, mesela Faralya'da beyaza boyanmış tenekelerdeki sardunyaların güneşini paylaşmak için, kapı önünde bir mindere oturup, açık havanın, kucağımdaki sıkı bir romanın tadını çıkarmak istiyorum ya da sırt çantamda ihtiyaç duyduğum herşey, Burgos'a yürürken verdiğim bir molada, bir Bask kafesinde, bir kadeh porto şarabı eşliğinde, yanımda götürdüğüm tek romanın satırlarından beslenmek istiyorum. Sahi, böyle bir yolculukta, yani hafif olunması gereken, fazladan bir iğneye bile yer olmayan yolculuklarda hangi kitabı alırdım yanıma?

Perşembe, Mart 20, 2008

Yağmur yağar...

Yağmur yüklü bulutlar dolaşıyor gökyüzünde. Yağmuru severim. Kokusunu severim. Yağmurda yeşili severim. Sokaklar, caddeler, arabalar yıkanır. İnsanlar kaçışır. Çok azı yürür yavaş yavaş, neredeyse hiç denecek kadarı tadını çıkarır. Eğer aşık değilse, deli değilse, (meczub ya da) koşuşturur kapalı bir yer bulmak için. Yağmur bildiğini okur. Hem özlenen, ihtiyaç duyulan hem de kaçılandır o. Yavaştır, hızlıdır, gereklidir, acımasızdır, canidir, hayat verendir. O herşeydir. Kaç insan varsa o kadar yağmur vardır. Hepsi birbirinden farklı, renkli ve çeşitlidir. Oysa yağmur bunların hiçbiri değildir. Ona ya(k/p)ıştırılan hüzün, göz yaşına zorla kardeş verilmişliğinden midir, yoksa herşeyde kendinden bir iz arayan çaresiz ve küçük insan beyninin yalnızlık korkusundan mıdır? Gerçekte hüzünlü değildir yağmur. Mutlu da değildir. Hiçbirşey değildir o. Kendiliğinden, çabasızca yağmaktır işi ama işe gider gibi değildir inişi. Nereye düştüğü sorun değildir. Nereye gittiği de. Tutunacak bir şeyi olmadığı gibi, tutunma isteği de yoktur. Belli ki sadece süzülmenin tadını çıkarır. Ya da bu da bir yanılsamadır. Süzülmenin tadını çıkarmayı isteyen küçük ve çaresiz insan beyninin yansıtmasıdır. Gerçekte bunların hiçbiri umurunda değildir.
Yağar yağmur ve ben severim.

Salı, Mart 18, 2008

Sahaftaki düğmeci...

Uyuşuk bir sabah. Kararsız bir İzmir havası. Aceleci bir kaç damla. Basınç. İnsan kendini kararsız hissediyor böyle havalarda. Kumru istedi canım bu sabah. Beş sokak ötedeki "gevrek" fırınına yürüdüm. Sokağa girmişken aklıma geldi, arabayla geçerken görüp de duramadığım için içine giremediğim eski kitapçı. Yolumu değiştiriyor ve sahafa giriyorum. Karnımın gurultusunu bastırıyor beynimin gurultusu. Kendimi kaybediyorum bu tür yerlerde. Kitap kokusu, yıpranmış sayfalar, her kitaba dokunma isteği. İşte tam de o anda ansızın başlıyor zihin perdemde çocukluğumdan unuttuğum anılarımın sineması.
Küçüğüm. Annenme şehrin en büyük caddesindeki altıgen biçimli bir büfeden devşirme düğmecideyiz. Renk renk, türlü türlü düğmeler. Delik açma aletleri, istenilen kumaştan düğme yapmaya yarayan aletler, kurdelalar, süsler... Küçük çekmeceler dolusu renkli, cezbedici şeyler. Bir çocuğun dokunmadan edemeyeceği çekicilikteler. Dokunmak isteyince anneme çaktırmadan kolumu sıkıyor düğmeci. Canımı acıtıyor. Korkuyorum. Dokunma diyor aceleyle. Bir andan müşterisi olan annemi kaybetmek istemiyor, diğer yandan da bir çocuğun fırtına vari dağıtıcılığından ölesiye korkuyor. Korkusu kolumda bir morluğa dönüşüyor. Korkuyorum dokunmaktan, anneme "gidelim" diyorum! Sonrasında her geçişimde o caddeden kolumdaki morluğu hissediyorum. Dokunmaktan geri çekiliyor ellerim.

Christopher Isherwood'un Tek Başına Bir Adam adlı romanını görünce, başladığı ansızınlıkla bitiveriyor zihnimin sinemasındaki gösteri. İnsiyaki bir hareketle kolumu yokladığımı fark edip kitabı alıyorum elime. Parmaklarım incecik ve tiksindirici olmayan bir tozla kuruyor. Açıp içinden bir kaç satır okuyorum: "Uyanmak, varım ve şu anda demekle başlar. Uyanan şey, bir süre gözlerini dikip tavana bakar, sonra bakışlarını kaydırır, ta ki ben'i tanıyıncaya, buradan da ben benim ve şu anda varım'ı çıkarsayıncaya kadar."

"Evet" diyorum alıyorum kitabı. Gözlerim raflarda dolaşmaya devam ediyor. Kundera'nın Gülünesi Aşklar'ına takılıyor gözüm. Ne zamandır okumayı istediğim bir kitap olduğunu hatırlatıyor beynim, onu da alıp çıkıyorum sahaftan. "Sahi ya kumru almaya çıkmıştım" deyip, hemen her zaman yaptığım gibi içimde bir roman yazar gibi konuşarak alıyorum almam gerekenleri: "en son kumru almaya giderken görüldü" diye başlayan bir roman uyduruveriyorum. Eve gelip de çayımı demleyince tamamladığım şeyse kahvaltım oluyor.

Pazartesi, Mart 17, 2008

Geçmiş Zaman Olur Ki*

Eski bir hanın avlusuydu oturduğu yer. Şimdilerde öğrencilerin, çamur kıvamında Türk kahvesi içmek, otantik ve mistik hediyelikler almak için gelen turistlerin mutlaka uğradıkları bir yerdi. Her odacık bir dükkandı; seramikler antikalar, tütsüler, türlü türlü hediyeler satan dükkanlar uzun ince bir koridora sıralanmıştı. Ortada geniş, açık bir avlu vardı. Küçük tabureler, sini sehbalar, mola verenler içindi. İşte tam da bu avlunun içinde, o rahatsız taburelerden birinde oturmuş, az önce yudumlayıp kapattığı fincanın ısısını kontrol ediyordu. Hala sıcaktı fincan. Hem falına bakacak kimse de yoktu yanında. Oturduğu evin duvarlarını boyamaya karar verdi eve gidince. Oysa biliyordu ki bundan da vazgeçecekti. Birden herşeyin gerisin geriye hareket etmesini bekledi. Güneşin binlerce kez Batıdan Doğuya süzülmesini, çevresindeki herkes ve herşeyin geri sarılan bir video kasetindeki gibi geriye akmasını! Oturduğu yerde o mekanın geçmişinin gelmesini bekledi; Gelmedi.
Ne güzel bir filmdi. Kemeraltı sinemalarının birinde, buraya gelmeden az önce izlemişti. Farklı çağlara aşık iki insanın aşkıydı konu. Besbelli olmayacak birşeydi. Tıpkı kendinin, geçmişteki kendiyle barışması gibi. Zaman geri dönmezdi. Fincanın ısısını kontrol eti yine. Soğumuştu. Bir kürdanla açtığı fincanın kurumuş telvelerine birşeyler karaladı. Zamanı yazdı, ya da resmetti diyelim. "Zaman bizi yazıyor, resmimizi hergün daha yaşlı aynalara çiziyor!" Kayserili bir bulaşıkçının otomatikleşmiş hareketleriyle silinip gidecekti karaladığı. Ve o sırada eve dönmek için yürüyor olacaktı.


*Yazı: Kareli defterimden, kurşun kalemle, 8 Mart 2002 tarihli yazımdan...
** Resim: Aynı defterdeki diğer sayfadan...

Cuma, Mart 14, 2008

Şerefe!

Doğal felaketler söz konusu olduğunda bunların "doğanın öfkesi" gibi etiketlenmesine oldum olası sinir olmuşumdur. Koskoca doğayı insan sığlığında algılamaktan başka birşey değilmiş gibi gelir bana. Kaldı ki insanoğlunun çevre konusundaki tüm duyarsızlığı, hükumetlerin bu konudaki aymazlıkları -şayet doğa öfkeleniyor olsaydı- şu ana kadar görülmemiş bir felaketler dizisini hak ediyor olurdu. Şükür ki doğa insan gibi değil. Bulduğu her çatlaktan yaşam fışkırtmaya devam ediyor. Bakışımızı cezalandıran, öfkeli doğa imajından, yaşam dolu, verici doğa resmine çevirdiğimizde saymakla bitmeyen nimetleri görürüz ki eski çağlardan beri bu listenin ilk 3 sırasında buğday, zeytin yağı ve şarap gelir.
Bugün DEU MYO'da okuyan öğrencilerin oluşturduğu Dijital Turizm Topluluğunun düzenlediği "Şarap Kültürü" panelindeydim. Sevilen şaraplarının sponsor olduğu panelde hem şarabın tarihi konusunda bilmediklerimi öğrenme fırsatını, hem de son derece teatral bir sunumla, Pers mitolojisinde şarabın yerinin anlatıldığı son derece keyifli bir sunumu kaçırmamış oldum. Sonrasındaki şarap ikramını da unutmamalı.
Sunumda verilen istatistiklerden biri gerçekten düşündürücüydü. Türkiye üzüm üretiminde dünyadaki tüm ülkeler içinde 4. sırada yer alırken, konu şarap üretimi olduğunda, ne yazık ki ilk sekize bile giremiyor. Ki dünyanın en kaliteli üzümlerinin yetiştirildiği, şarabın doğduğu topraklarda yaşıyoruz! Bence bu durumu en güzel, şarap denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri, ünlü düşünür ve bilim adamı Ömer Hayyam çağlar öncesinden açıklıyor:
"Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer"
Öyleyse, şerefe:)
Not: Hayyam'ın birbirinden güzel ve düşündürücü Rubaileri için, tıklayabilirsiniz!

Çarşamba, Mart 12, 2008

Unamuno

"Ne hiç kimsenin başka birisi olmak için canını vermeye hazır olmasını ne de bir kimsenin başkası olmak istemesini anlıyorum. Başkası olmak, insanın kendisi olmaktan vazgeçmesi, kendi kişiliğini bırakmasıdır." Bu satırlar, En sevdiğim İspanyol yazarlardan Miguel de Unamuno'nun "Abel Sânches - Tutkulu Bir Aşk Hikayesi" adlı öyküsünden. Unamuno, geçtiğimiz yüzyılın en önemli İspanyol yazarlarından, düşünürlerinden birdir. Ben onunla, sizlere tutkuyla önerdiğim SİS adlı romanı aracılığıyla tanışmıştım. Ne yazık ki dilimize çevrilmiş çok fazla eseri yok. Hayatı boyunca faşizmle savaşmış olan Unamuno'nun, “İnsan, kafasıyla düşünür, kalbiyle duyar ve midesiyle ister” ve "Başka yazarların neden bazı sözcükleri italik yazdığını anlayamıyorum. Sanırım o sözcüğe dikkat çekip önem artırmak istiyorlar. Halbuki, benim yazdığım her sözcük zaten önemlidir" gibi değinmeleri aforizma olarak karşılaşmış olabileceğiniz yaklaşımlardır. Şu sıralar okumakta olduğum Tula Teyze'den önce eğer okumadıysanız, SİS adlı romanını okumanızı yine tavsiye ederim. Başlangıcı biraz kasvetli gelse bile, felsefi alt yapının gittikçe yoğunlaşan bir haz verdiğini kendi deneyimimle söyleyebilirim.

Salı, Mart 11, 2008

Teşekkür ederim*

Neredeyse bir ayı geçiyor açık günlüğüme not düşmeyeli. Tuhaf bir uzaklık hissediyorum dolayısıyla. Mühürlü gibi klavyem, heyecanlı bir titreyiş eşlik ediyor yazdıklarıma. Anlatmayı istediğim tonlarca şey varken, içimden yazmanın gelmiyor oluşu tek sebebim. Evet yazmadım uzun bir süre çünkü içimden gelmedi yazmak. İşte bu yüzden yazmadım. Şimdi ise içimden geliyor birşeyler karalamak ancak nereden başlayıp nasıl anlatacağım kadar, neyi anlatmak istediğim de bir muamma. Yine de kurtarıcı bir sloganı katıp önüme denemekte yarar var. Çünkü biliyorum ki şimdi denemezsem bu suskunluk daha çok sürecek! O nedenle, tüm hücrelerimle eşlik ettiğim bir şarkının sözleriyle bir başlayayım, gerisi umuyorum gelir...

Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı
Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları
Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim



*söz-müzik: Sezen Aksu