
2009'da
bedenlerimize sağlık...
...zihnimize başarı, ruhumuza huzur...
...hepimize, tüm dünyaya; barış ve insanca yaşam!

Bundan tam dokuz yıl önce, yaptığım bir resim vardı. Adı Yaşamıma El Koyuyorum olan ve salonumda asılı duran bu resim daha sonra iki arkadaşımın ortaklaşa yazdıkları bir kitabın kapağına konulmuştu. Kapakta kendinden yitirmişti resim. Çünkü kendimce keşfettiğim, uyguladığım bir teknikle sadece ışık oyunları ve bakış açılarıyla fark edilen bazı sırlar vardı bu resimde. Amatörce bir çalışmaya göre fazla iddialı bir cümle kurmuş olabilirim ama ortadaki elin ardında, sadece başka açılardan bakıldığında fark edilen bir insan bedeni, bir sinir sistemi vardı. 
Sevgiler,
BaNu"

Ne zamandır giriş yapmıyorum açıkgünlüğüme. Açıkçası birşeyler yazmak da gelmiyordu onca zamandır. Gündemin sinir bozucu vıcık-vıcık ilişki biçimleriyle sinirlerimi yıpratmamak için kendimce üç maymunu oynuyor, politik farkındalığımın derin yaralar açabileceği korkusuyla pek çok iletişim aracından uzak durmaya çalışıyordum. Bir süre daha uzak kalmak istiyorum aslında. Öte yandan yazmadan edemeyeceğim şeyler de olmuyor değil. Bu gönderi de onlardan biriyle ilgili; Masumiyet Müzesi...

Fonda sadece distorsiyon....
Herşey çabucak geçmiş oluyor. Geçip gidiyor gözümüzün içine baka baka... "Daha dün" gibi geliyor, o kadar uzaklaşmış olduğuna aymıyor zihin bir ses, bir imge, bir koku duymaksızın. Pazar akşamları geçmişin ne kadar geçmiş olduğunu anlıyorum 90'lardaki duygularıma misafirlik eden şarkıları dinlerken. Show Radyo'da Pazar akşamları saat 19.00'da yayınlanan "90'lar" adlı program, eski günlüklerimi okurken duyumsadıklarıma eş. Şarkıların Bu kadar yakın paydaşlar olduğunu, zamanın ne çabuk eskidiğini ve şimdiki zamanın ne kadar kıymetli olduğunu duyumsuyorum yine...
Kendi yaşamından -son derece güzel- mutluluk örnekleri vererek sevgili dostum Uğur mimlemiş beni. Ne zamandır açık günlüğüme birşeyler yazmak isteyip de paylaşacak konu bulamayan bana iyi bir fırsat yaratmış oldu böylelikle. İşin ilginci bu mim, artık kitap süsü verilmiş hurafe standlarının çoğunluk olduğu kitap fuarından aldığım Mutluluğun En Güzel Tarihi adlı kitabı okuduğum sürece denk gelmesi. Mimi görünce durup bir düşünüyor insan. Bende de öyle oldu: Sahi nedir mutluluk benim için?Sevgili dostumun "Aşk beni hep değiştirecek" adlı şarkısına klip çekmişler. Ben izledim ve çok beğendim. Mustafa Özen imzasını taşıyan klibin şarkı sözleri Hande Yener tarafından yazılmış, müziği ise Erol Temizel imzasını taşıyor. Bir video koyarak sayfamda bir ilki gerçekleştirmiş oluyorum. Ağzına ve yüreğine sağlık sevgili dostum!
Yaşadığım topraklarla övünç duyamıyorum artık! Bu toprakları paylaştığım kişiler gün be gün dehşete düşürüyor beni! Onun yürürken katledildiği yollar, bizim toplum olarak yürümemiz gereken yolların uzunluğunu seriyor gözler önüne... Çok üzgünüm ve kaybediyorum ümidimi!
Yine kitapçıdaydım. Bir kaç kitap çekip, ortasından bir yerden okumaya başladım. En çok saran Daniel Pennac'ın Roman Gibi adını taşıyan kitabı oldu. Hani utanmasam onu oracıkta okuyup bitirirdim ama utandığımdan değil, bu kitabın kitaplığımda olması gerekliliğinden hemencecik alıverdim. Arkadaşlarımla buluşmama daha yarım saat vardı. Portakallı çay eşliğinde alışveriş merkezinin ortasında okumaya başladım. Arkadaşlar geldiğinde ben hala kitapta takılı kalmıştım. İlk bakışta George Perec kitaplarını andırıyor. Yazar kitabın başında, yazdıklarının pedagojik işkence malzemesi olarak kullanılmaması ricasında bulunmuş. Size işkence gibi gelir mi bilmem ama ben kitaptan bahsetmeden geçemeyeceğim. Uzun zamandır istediğim okuma hazıını verdi bana. İşte, dedim, ben de istiyorum böyle kitaplar yazmak! İstiyorum işte!
"Otobüs tıklım tıklım doluydu. Gök yüzünü görebileceği bir yer buldu güçlükle. Yavaş yavaş azgın bir nehre dönüşmesi beklenen yollarda ilerlemeye başladı otobüs. İnsanlar yağmur hakkında konuşuyorlardı. O ise bunları hiç duymadı. Sadece sarı bulutlardan akan yaşların, tozlu camın üzerine çizdiği resimlere bakıyordu. Onun yüzünü çiziyordu yağmur damlaları otobüsün camına..."*
İlki tutunca ikincisinin üzerinden, suyunu çıkararak da olsa kasa doldurmaya çalışılan film adları gibi oldu başlığım. Bu günlerde yemeklerden önce bir saat kadar eski kitap kokuları reçetesi yazılmış gibi yolumu bile isteye düşürüyorum sahaflara. Geçen gün içinde bir düğmeci keşfettiğim sahafa, taş çatlasa 20 metre uzakta, kuytuda kaldığı için hiç görmediğim ama kendi çapında bir kütüphane sayılabilecek kadar da büyük başka bir sahaftı bugün gittiğim. Haliyle soruyor içeri girdiğinizde, hafif kır saçlı bir bey, "aradığınız belli bir kitap var mı?" diye. "Sadece dolaşmak ve bakmak istiyorum" diyorum demesine de içimden, "tüm romanları okumak istiyorum" diyorum imkansız olduğunu bile bile. Önce tek tek dolaşıyorum kitaplıktan sokakları. Tam bir çok yazardan derlenmiş "Kedi Öyküleri" isimli kitabı elime alıyorum ki bir miyavlama geliyor kulaklarıma. Öyle ya kedisiz sahafların eksik olduğunu düşünürüm. Fakat bu sahaf 3 yavrusu olan bir sarmanın eviymiş aynı zamanda. Rafların altına yerleştirilmiş mukavva kutunun içinde, gözleri yeni açılmakta olan üç minik kedicik. Annelerini okşuyorum. Kitaba bu kadar yakışan başka bir canlı var mı bilemiyorum.
Yağmur yüklü bulutlar dolaşıyor gökyüzünde. Yağmuru severim. Kokusunu severim. Yağmurda yeşili severim. Sokaklar, caddeler, arabalar yıkanır. İnsanlar kaçışır. Çok azı yürür yavaş yavaş, neredeyse hiç denecek kadarı tadını çıkarır. Eğer aşık değilse, deli değilse, (meczub ya da) koşuşturur kapalı bir yer bulmak için. Yağmur bildiğini okur. Hem özlenen, ihtiyaç duyulan hem de kaçılandır o. Yavaştır, hızlıdır, gereklidir, acımasızdır, canidir, hayat verendir. O herşeydir. Kaç insan varsa o kadar yağmur vardır. Hepsi birbirinden farklı, renkli ve çeşitlidir. Oysa yağmur bunların hiçbiri değildir. Ona ya(k/p)ıştırılan hüzün, göz yaşına zorla kardeş verilmişliğinden midir, yoksa herşeyde kendinden bir iz arayan çaresiz ve küçük insan beyninin yalnızlık korkusundan mıdır? Gerçekte hüzünlü değildir yağmur. Mutlu da değildir. Hiçbirşey değildir o. Kendiliğinden, çabasızca yağmaktır işi ama işe gider gibi değildir inişi. Nereye düştüğü sorun değildir. Nereye gittiği de. Tutunacak bir şeyi olmadığı gibi, tutunma isteği de yoktur. Belli ki sadece süzülmenin tadını çıkarır. Ya da bu da bir yanılsamadır. Süzülmenin tadını çıkarmayı isteyen küçük ve çaresiz insan beyninin yansıtmasıdır. Gerçekte bunların hiçbiri umurunda değildir.
Uyuşuk bir sabah. Kararsız bir İzmir havası. Aceleci bir kaç damla. Basınç. İnsan kendini kararsız hissediyor böyle havalarda. Kumru istedi canım bu sabah. Beş sokak ötedeki "gevrek" fırınına yürüdüm. Sokağa girmişken aklıma geldi, arabayla geçerken görüp de duramadığım için içine giremediğim eski kitapçı. Yolumu değiştiriyor ve sahafa giriyorum. Karnımın gurultusunu bastırıyor beynimin gurultusu. Kendimi kaybediyorum bu tür yerlerde. Kitap kokusu, yıpranmış sayfalar, her kitaba dokunma isteği. İşte tam de o anda ansızın başlıyor zihin perdemde çocukluğumdan unuttuğum anılarımın sineması.
*Yazı: Kareli defterimden, kurşun kalemle, 8 Mart 2002 tarihli yazımdan...
** Resim: Aynı defterdeki diğer sayfadan...
Doğal felaketler söz konusu olduğunda bunların "doğanın öfkesi" gibi etiketlenmesine oldum olası sinir olmuşumdur. Koskoca doğayı insan sığlığında algılamaktan başka birşey değilmiş gibi gelir bana. Kaldı ki insanoğlunun çevre konusundaki tüm duyarsızlığı, hükumetlerin bu konudaki aymazlıkları -şayet doğa öfkeleniyor olsaydı- şu ana kadar görülmemiş bir felaketler dizisini hak ediyor olurdu. Şükür ki doğa insan gibi değil. Bulduğu her çatlaktan yaşam fışkırtmaya devam ediyor. Bakışımızı cezalandıran, öfkeli doğa imajından, yaşam dolu, verici doğa resmine çevirdiğimizde saymakla bitmeyen nimetleri görürüz ki eski çağlardan beri bu listenin ilk 3 sırasında buğday, zeytin yağı ve şarap gelir.
"Ne hiç kimsenin başka birisi olmak için canını vermeye hazır olmasını ne de bir kimsenin başkası olmak istemesini anlıyorum. Başkası olmak, insanın kendisi olmaktan vazgeçmesi, kendi kişiliğini bırakmasıdır." Bu satırlar, En sevdiğim İspanyol yazarlardan Miguel de Unamuno'nun "Abel Sânches - Tutkulu Bir Aşk Hikayesi" adlı öyküsünden. Unamuno, geçtiğimiz yüzyılın en önemli İspanyol yazarlarından, düşünürlerinden birdir. Ben onunla, sizlere tutkuyla önerdiğim SİS adlı romanı aracılığıyla tanışmıştım. Ne yazık ki dilimize çevrilmiş çok fazla eseri yok. Hayatı boyunca faşizmle savaşmış olan Unamuno'nun, “İnsan, kafasıyla düşünür, kalbiyle duyar ve midesiyle ister” ve "Başka yazarların neden bazı sözcükleri italik yazdığını anlayamıyorum. Sanırım o sözcüğe dikkat çekip önem artırmak istiyorlar. Halbuki, benim yazdığım her sözcük zaten önemlidir" gibi değinmeleri aforizma olarak karşılaşmış olabileceğiniz yaklaşımlardır. Şu sıralar okumakta olduğum Tula Teyze'den önce eğer okumadıysanız, SİS adlı romanını okumanızı yine tavsiye ederim. Başlangıcı biraz kasvetli gelse bile, felsefi alt yapının gittikçe yoğunlaşan bir haz verdiğini kendi deneyimimle söyleyebilirim. 
Güvercin, Patrick Süskind
Sakın Kımıldama, Margaret Mazzantini
Yazı Odasında Yolculuklar, Paul Auster
Yaban Koyununun İzinde, Haruki Murakami
Yere Düşen Dualar, Sema Kaygusuz
Günce, Chuck Palahniuk
Şibumi, Trevanian