Bundan yirmi sene önceydi. Yağmurun, otobüsün camlarındaki tozu çizdiği bir nisan günüydü. Yalova'dan çıkmıştım yola. Kim bilir ne hakkında karar vermem gereken bir durumdaydım. Anımsamıyorum. Aklımda sadece o cümle asılı kaldı: "Yolculuklar karar vermek içindir" diye karalamıştım defterime. O gün bu gündür çıktığım her yolculuk bir karar anı heyecanı taşır bende. Neye karar vermem gerektiğinden çok, yolculuğun ruha heyecan vaad eden çağrısında, karar vermek için doğru ruh halinin saklı olduğunu bilmem önemlidir sanki sadece...
Askerlik sonrası, kendimi henüz oturtmadığım yaşam rutininin içine bırakmadan önce sevgili arkadaşım Pınar'ın önerisiyle Roma'ya bıraktım. Dünyanın bu en eski başkentlerinden birinde, "dolce vita"nın turistik bir pazarlama cümlesi olmadığını, tatlı hayatın orada, o sürprizlerle dolu sokaklarda gerçekten var olduğunu deneyimleme şansı buldum. Kelimelerle anlatmak çok zor. Enerjisiyle sarhoş ederken, her döndüğünüz köşeden size olağanüstü sanat eserleri sunan bu kenti anlatmak için roman yazmak gerektiğini düşünüyorum.
Her kentin bir kokusu, bir sözcüğü olduğuna inanmışımdır hep. Roma'nın kokusu yağmur sonrası tazeliği, sözcüğüyse SANAT bence... Bulunduğum süre boyunca sanat tarihi derslerinde gördüğüm, orada burada karşıma çıkan muhteşem eserlerin yaşattığı Stendhal sendromu beni benden aldı diyebilirim.
Amacım Roma ile İstanbul arasında bir kıyaslama yapmak değil ama dünya üzerinde yedi tepe üzerine kurulmuş iki eski başkent elbette ki karşılaştırılabilir. Ülkemizdeki en kötü havalimanından ve metro istasyonlarından daha kötüsünü görebileceğiniz Roma'da sokaklarda bozulmamış tutarlı mimari sizi etkilerken, son derece iddialı havalimanları ve metro istasyonlarına sahip ülkemizde Haydarpaşa Garına bile sahip çıkamayışımız kadar acıtıcı ne olabilir bilemiyorum.
Kendisi bir sanat eseri olan Roma, bir dolu esinle yükleyip yolladı beni. Ama kalbim de aklım da orada kaldı! Oraya tekrar gitmem gerektiğine yönelik güçlü bir karar almamı sağladı bu yolculuk! Hayatın Dolce olduğu o yere...