Cuma, Aralık 24, 2010

Roma... Roma...


Bundan yirmi sene önceydi. Yağmurun, otobüsün camlarındaki tozu çizdiği bir nisan günüydü. Yalova'dan çıkmıştım yola. Kim bilir ne hakkında karar vermem gereken bir durumdaydım. Anımsamıyorum. Aklımda sadece o cümle asılı kaldı: "Yolculuklar karar vermek içindir" diye karalamıştım defterime. O gün bu gündür çıktığım her yolculuk bir karar anı heyecanı taşır bende. Neye karar vermem gerektiğinden çok, yolculuğun ruha heyecan vaad eden çağrısında, karar vermek için doğru ruh halinin saklı olduğunu bilmem önemlidir sanki sadece...

Askerlik sonrası, kendimi henüz oturtmadığım yaşam rutininin içine bırakmadan önce sevgili arkadaşım Pınar'ın önerisiyle Roma'ya bıraktım. Dünyanın bu en eski başkentlerinden birinde, "dolce vita"nın turistik bir pazarlama cümlesi olmadığını, tatlı hayatın orada, o sürprizlerle dolu sokaklarda gerçekten var olduğunu deneyimleme şansı buldum. Kelimelerle anlatmak çok zor. Enerjisiyle sarhoş ederken, her döndüğünüz köşeden size olağanüstü sanat eserleri sunan bu kenti anlatmak için roman yazmak gerektiğini düşünüyorum.

Her kentin bir kokusu, bir sözcüğü olduğuna inanmışımdır hep. Roma'nın kokusu yağmur sonrası tazeliği, sözcüğüyse SANAT bence... Bulunduğum süre boyunca sanat tarihi derslerinde gördüğüm, orada burada karşıma çıkan muhteşem eserlerin yaşattığı Stendhal sendromu beni benden aldı diyebilirim.

Amacım Roma ile İstanbul arasında bir kıyaslama yapmak değil ama dünya üzerinde yedi tepe üzerine kurulmuş iki eski başkent elbette ki karşılaştırılabilir. Ülkemizdeki en kötü havalimanından ve metro istasyonlarından daha kötüsünü görebileceğiniz Roma'da sokaklarda bozulmamış tutarlı mimari sizi etkilerken, son derece iddialı havalimanları ve metro istasyonlarına sahip ülkemizde Haydarpaşa Garına bile sahip çıkamayışımız kadar acıtıcı ne olabilir bilemiyorum.

Kendisi bir sanat eseri olan Roma, bir dolu esinle yükleyip yolladı beni. Ama kalbim de aklım da orada kaldı! Oraya tekrar gitmem gerektiğine yönelik güçlü bir karar almamı sağladı bu yolculuk! Hayatın Dolce olduğu o yere...

Cumartesi, Kasım 13, 2010

İyi ki...

Sonlara doğru yaklaşırken bir ressamın paletindeki renk cümbüşü gibi karma karışık oluyor duygularım. "Daha yavaş okumalıyım, bitsin istemiyorum!" Yine de karşı konulmaz bir sürüklenmeyle buluyorum son satırı...
Yine karmakarışık, yine tarif edilemez bir his... Tatmin olmuşluk (edebiyata/yaşama dair), hüzün (bitişe dair), sevinç (sanata dair)...
Sabaha karşı iki buçuktu son satırı okuduğumda. Titrek bir kalemle arka sayfaya düştü sözcüklerim: "İyi ki roman var! İyi ki iyi romanlar var!"
Basıldığı yıl İtalya'nın en önemli dört ödülünü almış bu romanın, herbirini fazlasıyla hak ettiğini düşündüm. Ve bu kitabı bana gönderene bir mesaj attım, "Sakın kımıldama, teşekkür ederim" diye!

Cuma, Ekim 08, 2010

Baharlara ne oldu?


Foto: Gery SINGER flickr(c)

Metro kazısının alt üst ettiği trafiğe rağmen hızlı adımlarla iniyorum sahile. Beklerken kulağıma sıcak şarkılar akıyor kulaklığımdan. Otobüste kalabalığı yara yara ilerleyip yaslanacak bir yer bulunca, evden çıkmadan hemen önce elime geçen mektubun zarfını yırtıyorum. Bir yandan haksızlık ettiğim duygusu bastırıyor diğer yandan kalabalık. Nasıl olsa tekrar, hem de bir fincan sıcacık kahveyle yeniden okuyacağım sindire sindire diyerek avutuyorum kendimi ve ayak üstü okumanın vicdan azabını bir kenara itip hareket halindeki otobüsün içinde, sevdiğim müziklerle okuyorum uzak bir yazın içinden yazılmış satırları. Derken ineceğim durağa geldiğimi fark ediyorum. Yine kalabalığı yararak iniyorum otobüsten. Karanlık ama büyük ağaçların güzelleştirdiği yol boyunca yürüyüp Kaskatlı Havuzun önünde buluşuyorum arkadaşlarımla. Elimdeki mektupları onların yaklaştığını görür görmez yerleştiriyorum çantama. Hava soğuk. Sonra açık hava tiyatrosunun sıralarında kendi yerlerimize geçiyoruz. Orkestra yerini alırken alkışlar kopuyor. Heyecanlanıyorum. Bu anı nasıl da özlemiş olduğumu anımsıyorum birden. Askerdeyken, sıcak ve kavurucu bir günde, atış talimi için gittiğimiz alanda ansızın aklıma takılan macar danslarını mırıldanırken, bir konseri özlediğim o anı hatırlıyorum. Derken Ebru Akel çıkıyor sahneye. Canım sıkılıyor. Abuk subuk televizyon programları sunan bu kızın burada ne işi var diyorum kendi kendime. Yargılarımı bir kenara bırakmaya çalışırken sunuşunu tamamlayıp çekiliyor sahneden. Derin bir nefes alıyorum. Beyazlar içinde Klazz Brothers &Cuba Percussion çıkıyor hemen ardından. Ve maestro, eski dostum İbrahim Yazıcı yerini alıyor. Cazı sevmiyorum. Çıplak cazın tahmin edemediğim melodileri tuhaf bir kaybolmuşluk hissi yaratıyor. Sentezleri seviyorum ve tam yerindeyim. İzmir Devlet Senfoni Orkestrasının Açılış Konseri. "Senfonik Salsa"!. Okuduğum son kitapta geçen Stendhal Sendromunu yaşıyorum. Başarılı bir sanat eseri karşısında yaşanan o tutulmayı. Üşüyorum. Baharlara ne oldu diye merak ediyorum. Mozart'tan Strauss'a konup dururken notalar, müzik içimi ısıtıyor. Derken Brahms çalıyor. Macar Dansları. Atış poligonunda buluyorum kendimi. Özgürlük. Müzik. Eşleşiyor. Kocaman ağaçların gece gölgelerinde yürüyoruz otobüs durağına kadar. Şehrin nabzı yavaş atıyor. Arkadaşlarım gelen otobüse apar topar doluşuyorlar. Bense biraz daha yürümek istiyorum. Çantamdan şapkamı ve eldivenlerimi çıkarıp geçiriveriyorum. Kulağımda yine müzik. Kendimi yaşıyor gibi hissediyorum. Böyle hissetmeyeli ne kadar uzun zaman olduğuna hayret ediyorum. Derken 169 numaralı otobüse denk geliyorum. En arka sıraya yerleşiyorum. Körfez boyu yılankavi ilerleyen sahil yolu boyunca sürecek yolculuğum başlıyor. Yanıma biri oturuyor. Renkleri unuttuğumu fark ediyorum. Sahi bejle sütlü kahve arasındaki fark gece olunca nereye kayboluyor? Pantolonunda cebinin hemen altında sinir bozucu bir leke var. Oysa çok şık giyinmiş. Uyumlu. Gözüm lekeye takılıyor. Bunu fark etmiş olacak ki eliyle kapatıyor lekeyi. Ben de bakmamaya çalışıyorum. Yapmaya çalıştığımız hiç birşeyi yapamadığımızı hatırlıyorum. Uyumaya çalıştığımda uyuyamadığımı, yazmaya çalıştığımda yazamadığımı... Bir durak erken iniyorum otobüsten. Günlerdir evden çıkmıyorum. Yürümenin iyi geleceğini düşünüyorum. Evden çıkmadığım birkaç gün içinde havaların böylesi değiştiğine inanamıyorum. Sonra dar sokaklara yöneliyorum. Siyah ceketim, siyah pantolonum, siyah berem ve eldivenlerimle bir hırsız gibi göründüğümü düşünüyorum. Bir yanımda yüksek duvarlar diğer yanımda büyük karanlık selvi ağaçları var. Sokakta yalnızım. İnsanların nerede ne yaptığını merak ediyorum. Bu satırları yazıyorum yürürken aklımdan. Okuduğum romanlar geliyor aklıma. Her romandan bende birşeyler kaldığını, dahası her bir hücremin başka bir romandan oluştuğunu imgeliyorum. Özgeçmiş olarak okuduğum romanları yazmak istiyorum. Özgeleceğim olarak da kullanabilirim hem, diye düşünüp keyifleniyorum. Metro kazısının alt üst ettiği sokaklardan evin sokağına sapıyorum. Ev sıcak. Çantamdan anahtarımı çıkarıp sokak kapısını açıyorum apartmanın. Apartman kokusu çarpıyor yüzüme. Eve giriyorum. Soyunup bürünüp ev halime geçiyorum. Sıcak bir çay yapıyorum kendime. Televizyonda bir İtalyan filmi izleniyor. Havuçlu keke şeftalinin ne kadar da yakıştığını düşünüyorum. Bilgisayarımı açıyorum kekin kırıntılarını parmaklarımla toplarken. Bir kırıntı mausepade düşüyor. Sayfayı açıp yazıyorum. Bu satırları yazıyorum. Ve merak ediyorum, baharlara ne oldu? 


Salı, Ekim 05, 2010

Hak, haktır...


Dün Dünya Hayvan Hakları Günüydü. Geçtiğimiz senelerde bir karar almıştım ve blogumu bir "önemli günler ve haftalar"  ajandasına dönüştürmemek adına, sırf birşeyler yazmış olmak için o günleri belirten yazılar yazmamaya başlamıştım. Aslında bunda kötü bir yan yok. Sadece sair zamanlarda eskisi kadar sık yazamadığım için, önemli gün ve haftalarda eklenen postlarla dolu bir sayfa hoşuma gitmediği için böyle bir karar verme zorunluluğu hissetmiştim. Hala kararımın arkasındayım elbette ama sair zamanlarda yazdığım sürece sorun olmayacağını düşünüyorum. Şu sıralar hayatımın "dinlenme" perdesini oynadığım için paylaşacak çok şey bulamıyor oluşumu mazeret olarak kullanabilirim. Yine de yazmama engel olacak birşey yok. 
Beni tanıyanlar, hayvanları ne kadar sevdiğimi bilir. Dilimizde kullandığımız hayvan sözcüğü, Arapça "Hayy" yani diri olan, can taşıyan kökeninden gelmekteymiş. Hakaret anlamında "hayvan" sözcüğünü kullananların, diri olmaya, canlı olmaya dair nefret taşıyan ölü beyinliler olduğunu ironik bir şekilde ortaya koyuyor bence. Yine aynı türde insanlar, söz konusu olan şey hayvan hakları olduğunda, hiçbirşey bulamasalar, "insanların hakkını hallettik de hayvan haklarına mı geldi sıra?" gibi, kendilerince biçtikleri bir önem sıralamasını dikte etmeye çalışmakla kalırlar. Oysa hak, haktır, bunun sıralaması yoktur. Hele hayvanlar gibi, bizim anladığımız bağlamda kendini ifade edemeyen, hakkını savunamayan canlılardan söz ediyorsak o zaman onların haklarını savunmak, bir sosyal etiketten çok insan olmanın gereğidir, diye düşünüyorum. Ülkemizde insan haklarının bulunduğu nokta malum. Bu bile hayvan haklarının savunulması konusunda bir mazeret olamaz. Diğer canlıların haklarını gözetmediğimiz sürece kendi haklarımız konusunda yaptıklarımız (ki ne yapıyoruz sorgulamak gerekir) bencilliğin ötesine geçmeyecektir. 
Ülkemizde bu konuda çalışmalar yapan dernekler ve yapılanmalar mevcut. Elbette ki bireysel olarak da bazı şeyler yapılabilir. Yine de burayı tıklayarak Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP)'nun sitesine bir göz atabilir, yapılmakta olan çalışmaları destekleyebilirsiniz. 
Hazır konu açılmışken, burayı tıklayarak geçtiğimiz ay sevgili Paşa'nın kaybı sonrasında açtığım siteye de bir göz atabilirsiniz. 

Salı, Eylül 28, 2010

Bir Çınar Daha...


Beklan Algan (1933 - ......... )

Sevgili Hocam,
Huzur İçinde Uyuyun!